16 Mart 2014 Pazar

365te1

Sibel K. Türker’in ödüllü romanı Hayatı Sevme Hastalığı’nı geçen haftalarda bitirdim, kitabın sonunda yazıldığı tarih olarak 26 Şubat 2012/Ankara olarak yazılıydı. Tesadüfe bak dedim, bugün de 26 Şubat..



Hayatı Sevme Hastalığı'nda terk edilen bir kadının yaşadığı aşk acısını okuyoruz, yetimhanedeki çocukluğuna, fakir annesinin gecekonduda geçen sefil yaşantısına tanıklık ediyoruz. Bunun dışında kısa metraj filmler çeken, çok iyi İngilizce bilen uzun saçlı bir sevgilinin; barlara gidip eğlenen, (kirasını ödeyemediği)eve taksiyle dönen bir kadının; çok akıllı, biraz kaçık, biraz kilolu, depresyon ilaçları alan, konken partileri müdavimi, garip mi garip bankacı bir kadının dünyasında geçiyor hikaye. Biraz ilgiyle, biraz merakla okuyoruz bu dünyayı. Aşklar yaşayan, terk eden ve terk edilen, barlara gidip eğlenen, eve taksiyle dönen, kısa ya da uzun metraj filmler hakkında atölyelerden, şuradan buradan fikri olan, bankada çalışıp kilo problemi çeken insanların hikayesi.. bazen de gecikonduları, yetimhaneleri anlatıyor.. 

31 Aralık 2013 Salı

Freud ve Rus klasikleri

Freud'dan psikolojiyi, Rus klasiklerinden insan ruhunu öğrenirsen 21. yy'da yaya kalırsın... Yani şunu demek istedim, çok ince düşünmeye gerek yok bu yüzyılda, Rus klasiklerinde bir sevgili olur, ona mektuplar yazar, onu düşünür, bir hareketine türlü türlü anlamlar yüklenir falan... Şimdi bakıyorsun 50 tane sevgili var, 50 çeşit insan hayatında hepsinin psikolojisinden haberdar vatandaş, ciğerini okuyor, öyle psikanaliz gibi teoriler üretmeye, Odipus komplekleri aramayla uğraşmıyor, yaşayarak öğrenmiş her şeyi. Bodrum, Marmaris, Alanya sahillerinde sarhoşluklar yaşamış; oysa bir Rus romanında nasıl da anlatılırdı bir kahramanın sarhoşluğu, onurlu insanların düelloları, kararlılıkları... Artık tüketim ilişkileri içerisinde sadece bir alternatifsin sen. Eskiden sevdiğim kıza mesaj atardım geceleri, utanarak derdim sevgilim bu gece birlikte uyuyalım diye, millet zaten birlikte uyuyormuş benim haberim yok... 
 
 

5 Eylül 2013 Perşembe

2014 yerel seçimleri


Geleceğe ilişkin siyasi öngörüde bulunmak çok ciddi bir iş olmasa da aşağıda bazı düşüncelerimi yazdım, bu görüşlerimin sıkı bir savunuculuğunu da yapmadığımı belirtmek isterim: (At yarışı tahminleri gibi çirkin bir şey oldu bu yazı belki ileride değiştiririm.) 


Mustafa Sarıgül için şöyle bir öngörüde bulunulabilir: 2014 yerel seçimlerinde CHP'nin İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı olmak için prosedürleri aşıp partiye kaydolur, yerel seçimlerde büyük reklamı olur, çok yüksek bir oy almasına karşın belediye başkanı seçilemez. CHP'de önemli bir figür olmuştur artık. Bunun ardından parti karışır ve yapılacak genel kurulda Kılıçdaroğlu'nun yerine genel başkanlığa gelir. Daha sonra yeni bir CHP izleriz. Birinci parti olamasa bile, koalisyon ortağı olarak başbakan da olabilir Sarıgül, ama bu da çok uzun süreli olmayacaktır diye tahmin etmekteyim. 

Genellikle İstanbul belediye başkanlığı seçimlerini kaybetmesinin siyasi kariyerine nokta koyacağını düşünülse de Sarıgül'ün ben o düşüncede değilim. İstanbul'a belediye başkanı olacağına da ihtimal vermiyorum.


Yılmaz Büyükerşen ismi Ankara büyükşehir belediye başkanlığı için geçse de aday olacağını düşünmemekteyim. Bütün parlak siyasi yaşamına karşın Ankara Belediye başkanlığına soyunmak bambaşka bir şey olacaktır. Bunun yanında Melih Gökçek'in Ankara'da ne kadar güçlü olduğu aşikar. Seçimi kaybetmesi Büyükerşen'in siyasi kariyerini sona erdirmesi anlamına gelecektir. Bir dönem daha Eskişehir'de birinci olmayı Ankara'da ikinci olmaya tercih edecektir diye düşünmekteyim.   

17 Mart 2013 Pazar

iki film

Ankara caddelerinde yürürken kafamı kaldırıp lüks arabalara, mağazalara, otellere, elinde köpeğini gezintiye çıkaran zengin kadınlara bakardım. Sefiller filmini izledikten sonra artık yerdeki dilencilere, seyyar satıcılara, evsiz insanlara da bakıyorum. bu film içimi burkarak, ürperterek ve biraz da ders vererek yoksulluğun ne demek olduğunu bir kere daha hatırlattı bana. (romanı daha önce okumadığım, başka bir sinema uyarlamasını ya da tiyatro oyununu izlemediğim için hikâyeye de yabancı olduğumu söylemek isterim)
 


Hapisten yeni çıkmış, paçavralar içinde, sefil durumdaki bir adamın nasıl sürekli itilip kakıldığını görüyoruz. İnsanlar düşene bir tekme de kendileri atıyor. Atölyede çalışan bir kadın var, evine 3 kuruş para götürmek için yorucu çalışma saatlerine katlanmak zorunda. Dışarısı daha kötü, açlık, hastalıklar ve para karşılığı bedenine talip olanlar bekliyor. Bütün bu sefalet içindeki dünyayı değiştirmek isteyen, yoksulluğu bitirmeye kararlı, Fransız devriminin yolundan giden gençlerin destansı bir şekilde kahramanca ölümlerini izliyoruz. Perişan haldeki halkın onları yalnız bırakışı sanki gerçekçi bir bakış açısı sunuyor.
 

















 
Öyküden çok etkilensem de -mutemelen sinemasal açıdan anlatımı da o ölçüde başarılı- bence bu roman lise yıllarında okunması gereken büyük bir klasik, bir destan. Çünkü her şey çok romantik, bir tarafta iyiler, bir tarafta kötüler, bir görüşte aşık olan insanlar, aşkı uğruna ölenler, ayrılıklar, mektuplar... belli bir yaştan sonra açlığa, yoksulluğa, sokağı bilmeyen genç devrimci Marius gibi değil de daha olgun olarak bakabiliyor insan, zaten hayat okulundan geçmiş, hancının kızı da ona "hiçbir şey bilmiyorsun" diyor...
 



Uzun Boylu Esmer Adam

Bu hafta sinemada izlediğim ikinci film, kadın erkek ilişkileri üzerine yapılmış bir Woody Allen filmi, Uzun Boylu Esmer Adam. Çok basit gelse de sıkıcı bulmadım, sonuna kadar izeleyebildim. Herkes kendine göre bir şeyler çıkarabilir bu filmden, örneğin mutsuzluk. Elbette evlilerin ayrılması, sevgilerin bitmesi, insanların sevgilerine karşılık bulamaması, aşkı kaybedenler, para ile bulduğunu sananlar, nişanlısını evlenme gününde terk eden genç kız vs. hepsi üzüntü verici ama bir anlamda hayatın gerçeği sanki. Kadın erkek ilişkileri çok karmaşık ve çok bilinmeyenli bir denklem gibi. Öyle sonsuza dek sürecek büyük mutluluklar sanki bir tek romanlarda, gerçek hayatsa öyle dinamik işliyor ki her an bir şeyler değişebiliyor, belki bu karmaşıklığı baştan kabul etmek her şeyi daha kolaylaştırabilir. Hatta insan yazgı diyip kendini de kandırabilir, böyle daha kolay olacaksa...

 
 

14 Mart 2013 Perşembe

İngiltere izlenimleri

İngiltere'yi bu denli farklı kılan, dünyanın merkezinden uzakta bir ada devleti olması mı yoksa eski güneş batmayan imparatorluk döneminden kalan ihtişamı mı? Muhtemelen bunların ikisi ve daha fazlası, ne de olsa dünyadan uzakta ve yalıtılmış olunca kimseden pek etkilenmeden her şey kendine özgü olabiliyor. Bir de buna zenginlik eklenince -ne de olsa eski günlerinden uzak olsa bile, halen daha dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biridir- kendi özgünlüklerini koruyabiliyorlar.

(Prens William ve Kate Middleton)
 
Trafikleri soldan akıyor, sokakları daracık, evleri bahçeli, polisleri atlı vs. her şeyde kendine has bir İngilizlik bulunuyor. Halkı da imparatorluğun soyluluğundan etkilenmiş, bu durum yüksek gelir düzeyiyle birleşince son derece kibar konuşan, hareket eden insanlar ortaya çıkıyor, değişik bir havaları var. Tabi Londra'da İngilizden başka her milletten insan var, aşırı kozmopolit, ama sanki onlar da atmosfere kaptırmış kendini.
 
İngilizler aristokrasileri ile ünlüler ki, gerçekte bunun dünyada eşi benzeri yok. Tüm dünyada birçok ülkede geçmişe özlem duyulup eski aristokrat geleneklerin koruması istenmişse de kimse bunuİngilizler gibi başaramamış. Ya hep eline yüzüne bulaştırmışlar, dayanamamışgeri gelen monarşi, tekrar gitmiş, yıkılıp yok olmuşlar ya da sadece adlarıkalmış. Oysa İngilizler bunu başarabilmiş, çünkü onlar hem bir ada ülkesi, dünyadan yalıtılmış, hem de asil geleneklerini koruyacak kadar varlıklılar.
 
Not: Ne zamandır futbolla pek ilgilenmiyordum, Ryan Giggs'in halen daha Manchester United'da futbol oynadığını öğrenince afalladım, bu adam ben çocukken yıldız bir futbolcuydu, 40 yaşına gelmiş ve yine sol kanattan harikalar yaratıyormuş, duyunca çok şaşırdım, 1990 yılından beri aynı takımdaymış, hocası Alex Ferguson da 1986'dan beri. Çocukluğumdan ezbere bildiğim bir tezahuratı yazayım,
 
Ryan Giggs, Ryan Giggs, runnig down the wings...
 
 
(Ryan Giggs, yılın futbolcusu ödülü, 2009) 

4 Şubat 2013 Pazartesi

Hak mücadelesi


Kamu personeli orta yaşlarda bir kadınla bir erkek iki iş arkadaşının dakikalarca yaptığı sohbet hükümete yakın bir sendikanın dağıttığı eşantiyon çanta, kalem, masa takvimi vb. üzerineydi. Erkek olana vermemişler, gidip istesinmiş, temsilcisi kimmiş, sendikaya aylık maaşlarından ne kadar kesinti oluyormuş, çanta nasıl bir çantaymış…


Hak arama mücadelesi artık böyle bir şey olsa gerek, bilinçsiz bir toplum yaratma ve insanların bilinçlerini başka alanlara yönlendirme açısından bu diyalog başarının bir göstergesi gibi duruyor.