28 Haziran 2011 Salı

House dizisinde kendini bulmak

 
Son yılların popüler Amerikan "House" dizisinde bir süper kahraman yaratmışlar, fakat aynı zamanda ona bazı olumsuz özellikler de yükleyip daha sıradan biri haline getirmişler. Örneğin House bir dehadır, ilahi bir güce sahipmiş gibi hastalarını iyileştirir, fakat aynı zamanda topaldır, kötü alışkanlıkları vardır vs.


Bu sayede hem bir süper kahramanın çekiciliğini, hem de gündelik yaşamın gerçekçiliğini aynı hikayede buluşturabilmişler, belki bundan dolayı da çok başarılı olmuşlar. Örneğin "işini kaybetme" konusu dizinin her bölümünde işlenir. Bu korku Demoklesin kılıcı gibi herkesin başında sallanmaktadır. İş güvencesi söz konusu olmadığından günümüz koşullarında vazgeçilmez olmak, bir deha olmak iyi bir iş için, işsiz kalmamak için neredeyse tek şarttır. Bu, birçok insanın hayali durumundadır. House bir dahi olarak bu hayali gerçekleştirir, fakat aynı zamanda kötü alışkanlıkları, topluma uyumsuz yapısı her an işinden kovulma durumunu da izleyiciye yaşatır. İşine geç gelmesi, rutin muayenelerden kaçışı, genel kurallara boş vermiş havası; sonunda ölüm döşeğindeki hastaları kurtarmasıyla görmezden gelinir. Kötü bir insan değildir House, açık sözlü, dürüst bir insandır, kimseye bir kötülük yapmamıştır. Fakat böylesine bir dürüstlük abidesine yine bazı olumsuz özellikler yüklemişler: Onu ahlaksız, kirli, pasaklı, insanlara kötü davranan kişiliğe sahip, anne babasıyla kavgalı biri olarak yaratmışlardır. Günümüz toplumunun kronik sorunu olarak yapayalnız bir insandır House, fakat aynı zamanda bu durumu kabullenmiştir. İşte bu onun dürüstlüğüdür. İnsanların arasına karışmayı dener bazen ama sonra vazgeçer, döner yoldan. Yarım yamalak insan ilişkilerindense hiç kimseyle konuşmaz. Dostların acı söylemesi gibi, o da her zaman hayatın ne kadar acı verici olduğunu anlatır, hem de hiç kıvırtmadan, açık bir şekilde. Günümüzde kimse kimseye dost olmadığından (dostluk diye bir kavram kalmadığından), House'a da bu sözleri acı söz söyleyen bir dost olarak değil de kötü kalpli, kötü niyetli, acımasız biri olarak söyletmektedirler. Yani onu iyi kalpli iyi öğretmen olarak değil de kötü kalpli iyi öğretmen olarak yansıtmaktadırlar.

19 Haziran 2011 Pazar

Yakınçağ İran Tarihi

Kaçarlar

İran'da 1796-1925 yılları arasında bir Türkmen aşireti olan Kaçar Hanedanı hüküm sürmüştür. Bu dönemde İran esas olarak bir aşiretler topluluğu şeklinde, merkezi otoriteden yoksun durumu karakteristiktir. Şahın etki alanı, 1786 yılında başkent olan Tahran ili çevresindedir, düzenli bir ordusu ve merkezi bürokrasisi olmadığından daha çok aşiretler arasında bir merkezi hakem konumunda hüküm sürmektedir. Devletin başlıca gelirleri yıllık vergi toplama ayrıcalığını verdiği valilerden gelen bir iltizam sistemine dayanırdı. Orduyu aşiret liderlerinin birlikleri oluştururken, bunların silah ve cephaneleri Avrupa'nın ıskartaya çıkarılmış silahları ile donanmıştı. Düzenli ordu, şahın ve valilerin özel koruması olmanın ötesine geçemezdi. 1834 yılında kurulan Adalet Bakanlığının Tahran dışında esamesi okunmuyordu. Halk adaleti kendi içinde sağlamaya çalışırdı. Şeriat mahkemelerinin kadıları ve devletinin hakimleri ile keşmekeş içinde bir adalet sistemi yürümekteydi. 1900 yılında Nizamiye'ye bağlı Tahran'daki polis sayısı 460'ı geçmiyordu. Devlet ve ordu hizmetlerinde görev yapacak personeli eğitmek amacıyla kurulan Darü'l-fünun'a "ayan, eşraf, hanlar ve zengin ailelerin" oğullarının alınması yönünde kesin talimat vardı. Aşiretlerin çoğunluğu göçer ya da yarı-göçer bir yaşam sürüyordu. Şehirli halk nüfusun %20'si bile değildi. En büyük şehir Tahran'ın nüfusu 200 bin civarındaydı.

Meşrutiyet

Merkezi otoriteden yoksun İran'da meşrutiyet devrimi çok kolay gerçekleşmiş, fakat sonunda büyük çalkantıları beraberinde getirmiştir. 19. yüzyılda Batı ile olan temas modern eğitim aracılığıyla yeni fikirleri ülkeye getirmiş, yeni bir orta sınıf yaratmıştır. Bu sınıf için kullanılan Rusça entelijansiya teriminin İran'daki karşılığı ruşenfikren olmuştur. Hükümdarlık sarayındaki aydınlardan farklı olarak bu insanlar Fransız aydınlanmacılığıyla dünyayı algılayan, insan haklarına, Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük fikirlerine bağlıdırlar.

1800'lü yılların başlarında, modern İngiliz ve Rus ordularına karşı yaşanan askeri yenilgiler Batı nüfusunun ülkede kendini göstermesiyle neticelendi. 1900'lerde artan ithalat ve ihracat İran'ı dünya ekonomisine dahil etme yoluna sokmaya başladı. İran halıları Avrupa ürünleriyle takas edildi. İngiliz ve Rus firmalar bu dönemde İran'da yatırımlar yapmaya başladılar. Bu gelişmeler karşısında beceriksiz Kaçar hanedanlığı büyük bütçe açıkları, bunları kapamak için koyulan vergiler sonucunda ülkeyi iflasa sürüklemişler, kurtuluşu borçlanmada ve imtiyazlar satmada aramışlardır. Bu girişimleri hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştır. Tırmanan enflasyon ve devletin borçları, ardından boykotları, grev ve protestoları getirmiş, sonuçta 5 Ağustos 1906 yılında İran'da genel seçimlerin yapılacağı duyurulmuştur. (Bugün bile 5 Ağustos Meşrutiyet günü olarak kutlanmaktadır.)

Ardından Anayasa hazırlandı ve bir meclis oluşturuldu. 1907 yılında tahta çıkan Muhammed Ali Şah tıpkı II. Abdülhamit gibi parlamenter iradeye boyun eğeceğini ve temel yasalara saygı göstereceğini beyan etmişti. Fakat bu durum kısa sürdü, şah durumunu iyileştirdi. Liberallerin geniş kapsamlı laik reformları halktan tepki toplarken, meclisin vergi reformları yapmaya kalkışması itirazlara neden oldu. 1907 İngiliz-Rus anlaşması da İran'ı zora sokmuştu. Ardından 1908 yılında şah bütün gazeteleri yasaklamaya, mebusları tutuklamaya kadar ileri gidecek yaptırımlara cüret edebildi. Paralı Kazak askerlerine meclisi bombalamaları emrini verdi ve bir iç savaş baladı. İkinci meclis ancak 1910 yılında toplanabildi, fakat o da büyük bir hüsranla karşılaştı. Eski rejimin açmazlarıyla o da karşı karşıya geldi, ülkeyi idare edecek araçlardan yoksundu, merkezi bir mekanizması yoktu. Gerçek anlamda bir devlet yapılanması bulunmuyordu. Britanya temsilciliği tek çözümün devletin vergi gelirlerini arttırmak olduğunu söylerken, bunun için çevre aşiretlerden vergi tahsilatı yapacak güçlü bir jandarma kuvvetine ihtiyaç vardı. Bu orduyu bakmanın maliyeti de çok yüksekti, açmazlar iç içe geçmişti 

1914-1918 I. Dünya savaşı sırasında yabancı işgali iyice yoğunlaştı. Azerbaycan'ı işgal eden Ruslar, Kürtleri silahlandıran Osmanlılar, Arap ayaklanmalarını kışkırtan Almanlar ve Hindistan yolunda güvenliğini sağlamaya çalışan İngilizler vardı. Bu dönemde iki milyon kadar İranlı savaş, salgın hastalıklar ve açlık nedeniyle can verdi, eşkıyalık baş gösterdi. Savaş sonunda Almanların yenilmesi ve Rusya'daki devrim İngilizlere İran'ın tamamına el koymak için büyük bir fırsat verdi. Lord Curzon'un hazırladığı, 1919 İngiliz-İran anlaşması İran'daki bütün imtiyazları İngiltere verirken, İran'ı bir manda devlet haline getiriyordu. Fakat o zaman İran'da tam tersi bir rüzgar esmekteydi. Rusya'da Bolşevikler bütün gizli anlaşmaları yayımlamışlar, İran'da işgal ettikleri bütün topraklardan vazgeçmişler, Çarlık döneminden kalan tüm kredileri, talepleri ve imtiyazları iptal etmişlerdi. İran'da İngilizler lanetlenirken Bolşevikler İslam'ın dostu ilan edilmişti. Sonuç olarak Lord Curzon'un anlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Ancak İngilizler elbette boş durmayacaktı.

Rıza Şah

21 Şubat 1921 günü General Rıza Han bir askeri darbe düzenleyerek yönetimi eline geçirdi, ülkede sıkıyönetim ilan etti ve tekrar düzeni getirdi. Britanya yanlısı olduğunu ve ülkeyi Bolşeviklerden temizleyeceğini taahhüt etti. Ardından devletin inşasına girişti, bu uğurda önünde kimse duramayacaktı. Petrol gelirleri, getirilen vergi düzeni ve I. Dünya savaşı sonucu artan ticaret reformların finansman kaynağını, silahlı kuvvetler de yapıcı gücünü oluşturuyordu. 



Silahlı kuvvetler yeni rejimin ana dayanağıydı ve sürekli büyüyordu. 1925 yılında zorunlu askerlik hizmeti getirilmişti. Ordu büyümüş, modern savaş araçları ve Batılılardan alının uçaklarla donatılmıştı. Dönemin devletçilik akımından etkilenerek birçok tesis açılmış, yollar, demiryolları inşa ettirilmişti. Soyadı zorunlu kılınmış, soyluluk unvanları kaldırılmış, Farsça öğrenimi ülke genelinde yaygınlaşmıştı. Takvim, saat, metrik sistemlerde de değişikliğe gidilmiş, Müslüman ay isimleri Zerdüşti terimlerle değişmişti. Rıza Şah yeni bir kıyafet kanunu da getirmişti. Kadınlarla ilgili konularda (peçesiz dolaşmak gibi) polislere daha esnek olmaları yönünde talimatlar geliyordu. Eğitim sistemindeki reformlar ilköğretimden yükseköğretime kadar bir alanı kapsıyordu. Farsça eğitim birliği, kızların okula gitmesi, ortak müfredat gibi konular ön planda geliştirildi. Ülkede üniversiteler kuruldu, bazıları da yurt dışında eğitim gördü. Devlet din konusuna da el atıp ulemayı kendi belirlemeye başladı. Din adamlarından devlet işine girenlerden sarık ve cüppelerini çıkarmayı, şapka giymeyi zorunlu hale getiriyordu. Farsça yaygınlaştırılırken çeşitli kültür, dernek ve komisyonlar da oluşturuldu. 1934 yılında "Persia" yerine İran adı tercih edildi. Genelgede Persia adının Fars ve Kaçar gerilemesini çağrıştırırken İran ismi eski Aryenlerin görkemini ve doğum yerini çağrıştırdığı söyleniyordu. Tahran şehrinin nüfusu 210 binden 540 bine çıkmıştı. Burada sinemalar, tiyatrolar, modern kafeterya, lokanta ve kitapçılar kurulmuştu. Caddeler artık asfalt kaplıydı, fabrikalar ve meskun mahaller artıyordu.

Yeni devlet İran'da karışık duygularla karşılanmıştı. Rıza Şah ülkede birçok reform gerçekleştirmişti fakat parlamenter sistem ve demokrasiden eser yoktu. Ülkede kalkınma, ulusal bütünlük ve çağdaşlaşma yaşanıyordu fakat baskı, rüşvet, vergi ve güvensizlik havası da hakimdi. Rıza Şah büyük bir diktatördü ve aynı zamanda bu büyüklükte bir servete sahip olmuştu. Ayrıca fötr şapka, kadınların başının açık dolaşmasına teşvik edilmesi, fakültelere kabul edilmesi gibi uygulamalar dini çevrelerden tepki topluyordu. Rejime başlıca sol entelijansiya da muhalefet etmekteydi. Onlara göre şahın hayranlık uyandıracak bir yanı yoktu, bir doğu despotundan başka bir şey değildi. Nihayet Rıza Şah 1941 yılında tahtı bırakmak zorunda kaldı.

10 Haziran 2011 Cuma

-Aydınlanma Felsefesi



Bir insandan nefret edilse bile ona kötü bir eğitim aldığı, kötü eğitildiği yönünde suçlama yapılmamalıdır. Çünkü birçoğumuz iyi bir eğitim almamışızdır, hepimiz kötü eğitilmişizdir. İyi eğitmenler genelde bir lükstür, kaymak tabakasının hizmetindedirler. Doğacağımız yeri seçme şansımızın olmaması gibi öğretmenimizi de seçme şansımız pek yoktur.

Öğretmenlerimiz toplumun ilerisinde, öyle çok yüksek bir kültür ve bilgi seviyesine sahip değildir. Öğrencileri okulda sınavlara hazırlarken, akşamları evde TV dizilerini, hafta sonları tatillerde değersiz sinema filmlerini izlerler. Öyle kitap okumayla, sanat ve bilimle pek alakaları yoktur. Bir yandan geçim derdiyle boğuşurken öte yandan müfredatın dayatmaları, amirlerinin baskılarıyla yaşamaya çalışırlar.

Eskiden öğretmenlerin daha iyi olduğu yönünde bir inanış hayalden ibarettir. Bugünkü öğretmenler çok yüksek bir kültür ve bilgi seviyesine sahip olmayabilirler ama geçmişteki öğretmenler de pek farklı değildi. Geçmişle bugünün belki de en büyük farkı, geçmişte sözde bile olsa bir aydınlanma felsefesi içindeki öğretmenliğin bugün böyle kaygılar barındırmamasıdır. 


7 Haziran 2011 Salı

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Yaşam Tomas için hafif, Tereza içinse ağırdır.
 
Tomas yakışıklı bir doktordur. Toplumda saygı duyulan ve sevilen birisidir. Mesleğinde başarılıdır, işi gereği seyehatlere çıkar, ameliyatlara katılır, konferanslara gider. Yabancı ülkelerdeki hastanelerden teklifler almaktadır. Ayrıca oldukça yakışıklıdır, kadınların gözdesidir. Bütün kadınları etkileyebilmekte, hemcinslerini kıskandırırcasına sürekli başka başka kadınlarla birlikte olabilmektedir. Kısaca oldukça rahat bir yaşantısı vardır, hayat onun için çok hafiftir.





Tereza ise küçük bir kasabada yaşamaktadır, orada garsonluk yapan gariban bir kızdır. Prag'a geldiğinde kalacak hiçbir yeri, tanıdığı hiç kimsesi yoktur. Kız Tomas'ın kollarının arasındadır, onun kanatlarının altındadır ve bu sahiplenişi kaybetme korkusu içindedir sürekli. Bu korkusu rüyalarına da yansır. Tomas'ın onu aldatmasına katlanmak zorundadır ya da katlanmaktadır(yıllarca). Sorunlu bir çocukluk geçirmiş, önce annesi evi terketmiş, başka bir adamla kaçmış, ardından babası tutuklanmış, hapis cezası almış, kız tekrar annesinin ve üvey babasının yanına verilmiş. Annesi yaşamda tüm çektiklerini kızından çıkarmaya karar vermiştir. 15 yaşında Tereza'yı okuldan alır ve garsonluk işine verir. Kız tüm kazandığı parayı annesine vermektedir, arta kalan zamanlarında evi temizlemekte, çamaşırları yıkamakta, kardeşlerine bakmaktadır. Birgün kendini Praglı ünlü doktor Tomas'ın kollarına atar ve bir daha dönmemecesine bu yaşamdan kurtulmaya karar verir. Burada fotoğrafçılık alanında ustalaşır, fotoğrafları dergilerde yayınlanmaya başlar, garsonluktan bu mesleğe terfi eder. Oysa her an ait olduğu yere dönme tehdidi altındadır. Kısaca yaşam oldukça ağırdır Tereza için.