24 Ağustos 2012 Cuma

Tatil farkı


Yaz mevsiminin son günlerini yaşadığımız, tatil döneminin bitmeye yaklaştığı bu günlerde ülkemizden bir tatil manzarasını yayınlıyorum. İnci Aral'ın Mor romanından alıntıdır:

Pencereden, çayın denizle birleştiği sahile bakınca uzaktan iri karıncalar gibi görünüyordu plajdaki insanlar. Çoğu dar gelirli ailelerdi. Zenginlerin, paralıların gittiği ünlü tatil yörelerine, öyle sosyetik yerlere adım atacak gücü olmayanlar. Çoluk çocuk üst üste bir odada, ucuz pansiyonlarda kalıyorlar, toz ve sivrisinekle boğuşarak mutlu olmaya çalışıyorlardı. Bayatlık kokan kebapçılarda iki lahmacun atıştırıp –ya da pansiyon odasının bir köşesinde küçük tüpte acele bir şeyler pişirip– akşamları geçirmek için arabeskçilerin gürültüye tüy diktiği çay bahçelerine gidiyorlardı. En az masrafla nasıl tatil yapılacağını öğrenmişlerdi. Öğleye doğru kalkıp, güneşe, denize, kuma koşuyorlar, güneşin altında –bağrış çığrış arasında– saatlerce yatıp kavruluyor, iyice ısınınca da kalkıp serin, mavi suya atıyorlardı kendilerini. Çayın getirdiği lağımlı atıklar, parfümlü güneş yağlarıyla karışıp üstlerine yapışmış olarak yeniden sahile çıkıyorlar, mısır koçanları, meyve kabukları ve sigara izmaritleri içindeki kumda kâğıt ya da tavla oynuyorlardı neşe içinde.



İlsa Otel’in bulunduğu bölge kasabadan biraz uzaktaydı ve deniz de ortam da tertemizdi. Otelde her şey çok farklıydı. Oradaki insanlar başka türlü yaşıyorlardı. Sabah kalkıp yürüyüş yapıyorlar, –duş alıp– uzun uzun kahvaltı ediyorlar, biraz güneşlenip serinlemek için havuza ya da kumsala gidiyorlar, sonra –duş alıp– zengin bir öğle yemeğiyle karınlarını –yeniden– doyurup serinletilmiş odalarda öğle uykusuna çekiliyorlardı. Akşamüzeri olunca yine –duş alıp– giyinip süslenerek aşağı iniyorlar ve yatana kadar sürecek zengin bir akşam yemeğine oturuyorlardı. Orda hep ve aralıksız yıkanıp tıkınma vardı. Kibar gülüşler, çıplak memeler, kalçalar, –sınırsız içki ve eğlence– gösteriş, özgürlük ve çılgınlık vardı. Tuzu kurular geliyordu oraya. (İnci Aral, Mor, sf. 219-220; Kırmızı Kedi Yayınevi 2010)




22 Ağustos 2012 Çarşamba

Mor Romanı


Çağdaş Türk romanını okumaya İnci Aral’ın “Mor” (2004 Orhan Kemal Roman ödüllü) kitabıyla başladım. Son yıllarda ödül kazanmış eserler arasında bakınırken konusu itibarı ile bu kitapta karar kılmıştım. Roman benim alıştığım tarzdan farklı bir dünya sunuyordu, bundan dolayı biraz sarsıldım. Kitap oldukça karanlıktı, karakterlerin birçoğu ahlakı bozulmuş, kötü insanlardı. Daha kendi halinde olanlar da iç dünyalarında çeşitli sorunlarla boğuşuyordu. Yazar karakterlerine o kadar hakim, onları o kadar iyi tanıyor ve anlatıyordu ki insan şaşırıyordu. İş adamının da nasıl bir yaşantısı olduğunu biliyor, kapıcı ailesinin de. Öyle yüzeysel anlatımlarla değil, bir derinlikle; gereksiz ayrıntılarla değil, en can alıcı noktalarla anlatıyordu hikayesini. Yazarda bu ahlak bozukluğunu müthiş bir kavrayış vardı. Her şeyin farkında olan biriydi o. Çok görmüş, çok geçirmişti ve büyük bir dinginlikle anlatıyordu yaşananları. Toplumdaki çürümüşlüğün propagandasını yapmıyordu ya da ruhsal bir bunalım içinde değildi. Bir üniversite hocasının ders anlatması gibi, elindeki konuyu evirip, çevirip, sağını, solunu, her şeyini anlatıyordu. Buna rağmen bir anne sıcaklığı, kadın duyarlılığı da gözden kaçmıyordu. Ruh bilim, sosyal bilim, tarih ve hayat okulunu bilen, bunları özümsemiş, aşmış, gerçekten günümüze ait, modern bir yazar bulmuştum karşımda.

 


İşte bu anlatım biçimi insanda anlatılanların gerçek olduğu yönünde hiçbir şüpheye yer bırakmıyor, böylesine yozlaşmış bir dünya olabileceği için de can sıkıntısı yaratıyordu. Nasıl yaratmasın, iş adamı Sacit İlhan 40 yıllık karısını boşayıp kızı yaşında biriyle evleniyordu. Utanmadan gayri meşru çocuğuna 1. yaş gününde görkemli bir doğum günü partisi düzenliyordu. Genç bir mühendisken hızla yükseliyor ve zengin oluyordu. Bu arada insanın nasıl zengin olacağı da açıktı, yolu sosyalizmden geçmiş biri olarak, çok hoşlanmamakla birlikte bu pis işleri kanıksamıştı. Boşandığı karısı sıradan biriydi, ablasının onu yönlendirdiği söyleniyordu. Bu abla romandaki belki de en kötü kişiydi. Kız kardeşini sömüren, parayla erkeklerle olabilecek yaratılışta biri. Daha kimler kimler vardı, gerdek gecesi dayak yiyenler mi, beceriksizliğinden babalarından kalan mirası tüketip genç yaşta sefil bir şekilde ölenler mi hepsi vardı. Eli yüzü düzgün başarılı akademisyen kardeş de kendi içinde sorunlarla boğuşuyordu. Karısıyla sorunları vardı. Siyasete atılmış, kesin seçilirsin diye telkin edilmişti ama partisi barajı geçemeyince büyük bir darbe almıştı. Yazarın deyişiyle, onca donanımına karşın kızını bir küçük burjuva piçi olarak yetiştirmişti.



 

Bizler böyle hayatları bilmiyorduk, televizyon dizilerindeki daha sıcak ortamlarda büyütüldük. İş adamları bile bizden biriydi, karısı ve çocuklarıyla bizim gibi bir yaşantısı vardı, sorunları bile herkesin yaşadığı günlük işlerdi. Kapıcılar, katiller, sarhoşlar, kayınpederler; hepsi kendi halindeydi… Oysa bu romanda herkes ayrı bir dünyada, geçerli olan tek bir şey vardı, o da para, para ve yine paraydı. Belki de yeni dünya ile eski dünya arasındaki bir farktı…

 

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Orhan Pamuk'un haklı tarafı


Geçen hafta Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un Die Zeit gazetesine verdiği demeç küçük çaplı bir tartışmayı beraberinde getirdi. Yazarımız burada, Türkiye burjuvazisine katlanamadığını, kendisini sinirlendirdiklerini, onlardan tiksindiğini, dar görüşlü ve bencil olduklarını söyledi. Kadınlara başörtüsü taktıkları için yukarıdan baktıklarını, kendi halkından nefret ettiklerini, askeri darbelerden ve Kürtlerin aşağılanmasından çekinmemelerini de eleştirdi. (Radikal, 17 Ağustos 2012)

Bu sözler son günlerin moda söylemine o kadar uymuş ki, yandaş medyanın her gün ve her gün sunduğu, şaşılacak derecede aynı fabrikasyon bir söylem gibime geldi. Örneğin anti militarizm adı altından laik ordunun darbe yapmasını önlemekten başka bir amacı olmayan “askeri darbe” söylemi; Özgürlük deyince başörtüsüne özgürlükten başka bir şey anlamayan, başı kapalı insanlara büyük bir zulüm yapıldığı düşüncesi hep açıklamada var. Laik kesimin tuzu kuru insanlardan oluştuğu, lüks apartmanlarda zenginlik içinde yaşadığı da Orhan Pamuk’un “burjuva” sözünde; başı kapalı olanların ise fakir ve zulüm gördüğü “halk” sözüyle dillendirilmiş.

Keşke büyük yazarımız biraz daha farklı bakıp ülkenin yaşadığı başkaca büyük sorunlara tercüman olsaydı. 3X4 eğitim sistemi, tutuklu gazeteciler, siyasiler ve öğrencilerin bulunması, adalet sisteminin siyasallaşması, Suriye’deki isyancılara destek sağlanması, heykellerin yıkılması, kitapların basılmadan toplatılması, kıdem tazminatının kaldırılması vs.

 
Son olarak bunları bir kenara bırakıp Orhan Pamuk’un haklı gördüğüm bir tarafını yazmak isterim. O da burjuva ya da küçük burjuva kesimden bazı kendini bilmez insanların başı kapalı ve dindar insanlara küstahça tavır aldıkları, onlarla dalga geçtikleri, aşağıladıkları gerçeğidir. Bu yanlış bir tavırdır. Sahip oldukları ayrıcalıkları halkın lehine kullanmalıdırlar artık. Halka tepeden bakmak yerine saygı duymayı, onları gericiliğin girdabından kurtarmayı düşünmelidirler. Birer halk ozanı olunmalıdır…