12 Aralık 2010 Pazar

KAR

 
Biraz görmemişlik ama sabah uyandığımda dışarıda kar yağdığını görünce fotoğraf makinemi açıp birkaç resim çektim evin camından.  Ondan önceki gün çok güzel bir yağmur yağıyordu, çok ferah, temiz bir hava vardı dışarıda. Karın yağışı da güzeldi ama bunu paylaşacak hiçbir arkadaşım olmadığı için evden dışarı çıkamadım ve başka fotoğraf da çekemedim. Karın yağması, yani bu güzellik böyle evin camından çekilmiş birkaç fotoğrafla yok oldu gitti. Eve hapsolduk, bazen elektrikler gitti, internet ve sular da kesildi, sobayı yaktım ısındım. Kar yağarken bir şehir turu atmak isterdim, etraf karlar altındayken gördüklerimin resmini çekmek, fotoğraf sanatçısı(!) havalarına girip çeşitli açılar yakalamak vs.  İşte mutluluk böyle bir şey, her anı yaşayabilmek. Yağış artık kesildi, etraf buz tutmaya başladı ve çamur var caddelerde. Şimdi de evde oturup çalışma vakti mesela.


Bu kar yağmasının olumlu bir tarafı dairede işlerin duracak olması. En azından önümde duran işlere bakabileceğiz, pek fazla gelen giden olmayacak, biz de bir yerlere gidemeyeceğiz. Yapılacak çok fazla iş vardı zaten, en azından hafta sonları ve akşamları mesai saatleri dışında çalışmayacağız. Böyle bir olumlu tarafı var, keşke bir ay boyunca böyle kar yağsa ve yollar kapansa. Bu blog sayfasının başında yazın bitişine üzüldüğümü söylüyordum, sanırım aynı mantıkla; kavurucu sıcaklarda ya da dondurucu soğuklarda işler duruyor ve soluk alabiliyoruz.

Buradan şöyle bir sonuç çıkarıyorum ki, Vezirköprü'deki çalışma hayatımın 20. ayında, işimden nefret ediyorum. Hiç sevmiyorum, çalıştığım iş bana çok itici geliyor, bir soğukluk, bir tiksinti, bir antipati uyandırıyor bende. Başka hiçbir şey değil. Tek bir dakika bile durmak istemiyorum, tek bir şeyini bile duymak, görmek, konuşmak istemiyorum. Bir imkanım olsaydı kesinlikle istifa eder giderdim. Belki daha da kötü olursa istifa edip bir maceraya atılırım, ama şimdilik bu çok zor gözüküyor.  

5 Aralık 2010 Pazar

i harfi

Salı gününden beri elimde bir "İ" harfi var, kalemle "İ" yazdım. Bu "iş" anlamına geliyor, kendimi işlere kaptırmamam gerekiyor, bu anlamda. Unutmamak için elime yazdım, beynime de işlemem gerekiyor. Artık hayatımın çok önemli bir bölümünü işte geçiriyorum, ayrıca çok yoğun bir şekilde çalıştığımızdan kafam da hep işle meşgul. Böyle olunca kendimi işlere  kaptırıyorum, geçen söylediğim gibi, dedikodu bile yaptığım oluyor. Boş kaldığımızda, iş arkadaşlarımla buluştuğumuzda saatlerce iş konuştuğumuzu fark ediyorum, muhabbet öyle bir gelişiyor ki önünü almak mümkün değil. O kadar umursamamak lazım diyorum; ama ne mümkün...

2 Aralık 2010 Perşembe

idam

İran'da 'geçici eş' anlaşmasıyla erkekler 'yasal olarak' evlilikleri dışında metres tutabiliyor. Bu anlaşmalar birkaç saat ile birkaç yıl arasında sürüyor. Anlaşma uyarınca kadına bir miktar para ödeniyor. İran'da erkekler Şeriat'a uygun olarak dört eş sahibi ve istedikleri sayıda geçici eş sahibi olabiliyorlar. Yaşam hakkının neredeyse tanınmadığı kadınlar ise sadece bir kez evlenebiliyor ve her yıl zina gerekçesiyle çok sayıda kadın mahkum ediliyor. Mahkum kadınlar recm cezasına çarptırılırken, zina yapan erkek kırbaçla kurtulabiliyor. Erkek de recm cezasına çarptırılırsa kadından farklı olarak bele kadar toprağa gömülerek kaçma imkanı sağlanıyor. (Gazeteport)

http://www.gazeteport.com.tr/YASAM/NEWS/GP_809283

26 Kasım 2010 Cuma

Eller

Vezirköprü’ye geldiğimde dikkatime takılan konulardan biri de daireye gelen köylülerin her seferinde tokalaşmak için ellerini uzatmasıydı. Şimdi bu handshake durumu İngiliz centilmenliğine, Avrupa kültürüne mal edilmiş bir olayken Anadolu’nun bu ücra ilçesinde köylülerin tokalaşması ilk olarak kültürel anlamda ilginç gelmişti. Sonradan bu durumu biraz biraz anlamaya başladım. Bir kere tokalaşma köylü vatandaşın Avrupa kültürü görmüşlüğünden olmasa da kendi naifliğinden kaynaklanıyordu. Bunun yanında bizim kurumun yapısı da bu samimiyete müsaade ediyordu. Bir bankada ya da postanede hiç kimse memurla kolay kolay tokalaşmaz. Biz sürekli köylüyle iç içe olduğumuz, ahırına girdiğimiz ve ayağına kadar gittiğimiz için bizde belli bir yakınlık hissediyorlar kendilerine karşı ve biz de bunu kabul edip uzatılan eli geri çevirmemek durumunda kalıyoruz. Bunun dışında dairedeki bu tokalaşma merasiminin hijyenle alakalı bir sorunu daha oluyor. Anadolu’nun bu bakir topraklarından çıkmış insanımız naifliğini temizlik konusunda da koruyor. Pek fazla el yıkama alışkanlıkları yok, odaya girince ahır kokusu geliyor yanlarında, elleri kirli, kap kara, nasırlı, parmakları kalın. Açıkçası köylerde hayvanını tuttuktan sonra ıslak ellerini üzerine silip uzatıyor elini. Böyle hijyene yönelik sorunlar, bazen de günün yorgunluğuyla her gelenin selamını almak, tokalaşmak için el uzatmak zor olsa da; şu bir gerçektir ki köylülerin bu nasırlı ve kirli elleri olmasa bizlerin şehirlerde ne yiyeceği meçhuldür; ne bir gün yiyecek ekmek bulabiliriz, içecek süt, et, yumurta, sebze meyve bulamayız, aç kalırız. Anadolu’nun bu terk edilmiş insanlarının elleri tüm romantik sözlerin ötesinde gerçekten çok kutsaldır, saygı duymak gerekir. Onlar bu ülkenin köylüleri, Anadolu’nun binlerce yıllık sakinleri ve sahipleridir.
Edirne'nin kurtuluş yıldönümünde vahşet-2  
Dün Edirne’nin 88. Kuruluş yıl dönümünde Vali Avcıları kabul etmedi. Açıkçası bu görüntü, basında bazen kullanılan bir ifadeyle “Cumhuriyet Vali’sine yaraşır” bir hareketti. Avladıkları tavşanları, hayvanları öldüren vahşileri geri çevirdi. Sanırım kime el uzatıp uzatılmayacağını da iyi bilmek gereklidir.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Sıfır tolerans


Önümüz kurban bayramı, insanın kan akıtma ve kurban verme psikolojisinin bir gelenek haline geldiği günler yaşanacak. İnsanlar son derece zorlu bir yaşam geçirdikleri için, güzel şeylere hasret, sıkıntılar ve felaketler sürekli hayatlarının içinde olduğu için bir kurban verme, kurban etme ihtiyacı içinde oluyorlar. Her şeyin bir bedeli olmasına alışan insanoğlu, yaşanılan her dakikanın, alınan her nefesin bile bedelini kurbanlar keserek ödüyor; "buna da şükür" diyor, beterin beteri varken gelecek belalardan korunmak istiyor. Hele bir de ev aldığında, araba aldığında; biliyor ki bunun acısı çekilmeli, kan akıtılmalı. Mutlu olmak normal bir durum değil, mutluluğa ulaşmak için bir acı çekilecek, bir bedel ödenecekse bu bir hayvanı kurban ederek oluyor. İnsan kendi acı çekeceğine, kendi kanını akıtacağına bir hayvanın öldürülmesi bunun yerine geçmiş. Evet, mutlu olmak normal bir durum değil; Allah kazalardan, nazarlardan korusun. Yeni bir ayakkabı alındığında üzerine basılmalı, o da kirlenmeli ki herkesinki gibi olsun, sahibi de buna alışmalı. 

İnsan yaşadıkça, yaşamın zorluklarını gördükçe gittikçe empati kurma yeteneğini, hoş görülü, anlayışlı olma yeteneğini kaybediyor. Kimse karşısındakini anlamak istemiyor, hatta tam tersine olumsuz bir tavır takınıyor, karşısındakinin hatalarını arar hale geliyor, sürekli bunlardan konuşuyor, birilerini eleştiriyor. Kendisi acı çekiyorsa başkaları da acı çekmeli diye düşünüyor. Buna bağlı olarak birilerini kurban ediyor. Bazen arkadaşlarına küsüyor, astlarını azarlıyor, bazen de bir şeyleri kırıp döküyor. Sürekli acı çektiği için acıdan zevk almaya başlıyor, bu bir yaşam biçimi halini alıyor.


İşte son olarak gazeteci, yazar Oktay EKŞİ'nin ipini çektiler. Kesinlikle affedici olmadılar, oysa o büyüklük gösterip yazarlıktan çekildi. Belki de baskı sonucu da bu kararı vermek zorunda kalmış olabilir ama bu daha da korkunç bir şey. Oysa affedici olmalıydı taraflar, siyasi görüşünü bir yana bıraksak bile şu anda Türkiye'nin en değerli yazarlarından biridir kendisi, Basın Konseyi başkanıdır Hürriyet'in başyazarıdır. Bir bir Hürriyet gazetesinden yazarlar ayrılırken geriye ne kalacak bu da bir başka meçhuldür.  

1 Kasım 2010 Pazartesi

Eski filmler

 
Atilla Dorsay yine Türk sinemasıyla ilgili önemli bir tespitte bulundu. Toplumumuzda eski filmlere aşırı bir sevgi olduğunu, bunun dünyada örneği olmadığını söyledi. Gerçekten eski Türk filmleri onlarca kez izlenmesine rağmen tekrar tekrar televizyonlarda dönüyor ve yine izleniyor. Kimse bu filmlerden bıkmış değil. Eski Yeşilçam oyuncularına halen daha halkımız büyük bir sevgi ve ilgi gösteriyor. İşin ilginç olan kısmı, günümüzde çevrilen Türk filmlerinin neredeyse hiçbirinin eski filmlerin başarısını yakalayamamış durumda olması. Belki gişede büyük başarı gösteriyorlar, reklamlarla gündemin ilk sıralarına oturuyorlar ya da uluslararası sanat festivallerinden ödüllerle dönüyor; ama tüm bunlara rağmen bir süre sonra bu filmlerin hepsi unutuluyor, hiçbirisi televizyonlarda yayınlanmıyor, kimse ikinci kez izlemiyor. Bu durum ciddi bir şekilde incelenmeli, günümüz sinemasının başarısızlığı kabul edilip geçmişte olanın cevheri aranmalı. Elbette geçmiştekilerin kopyası filmler çekmek fiyaskoyla sonuçlanacaktır ama orada halkın sevgisini kazanan şeyin ne olduğu üzerine düşünülmeli. Sanırım sıcaklık ve samimiyet buradaki en önemli etken. 




Bunun yanında son yıllarda bir toparlanma gösteren, izleyici ve film sayısında büyük artışlar yaşanan Türk sinemasında ciddi sorunlar olduğu bir keşmekeş yaşandığı gözden kaçmamalıdır. Amerikan özentisi macera ya da korku filmleriyle gündelik kazançlar sağlansa da bu sinemayı bir yere götürmemektedir. Ucuz komedi filmlerimiz popüler kültürden beslenirken, dramlar ise son derece içerikten yoksundur ve pek bir şey anlatmamaktadır, yönetmenler yaşamı ele alacak bir bakış açısından epey uzaktır. Ödüller kazanan festival ya da sanat filmlerimiz de malum olduğu üzere halktan son derece kopuktur, izlenmemektedir, anlaşılmamaktadır. Son olarak eski filmlerde olup da bugün olmayan en önemli şeyin sıcaklık ve samimiyet olduğunu düşünmekteyim, bunu kazanmak da epey çetrefilli bir konu.

24 Ekim 2010 Pazar

29 Ekim İstanbul Gezisi

29 Ekim cuma gününe denk gelince 3 günlük bir tatil hakkı doğuyordu. İstanbul'a gitmeye karar vermiştim, ama olmadı. Ben de kararsızdım gidip gitmeme konusunda, zaten ani bir karar vermiştim, işlerden çok bunalıyordum, o halde "haydi İstanbul'a gideyim" dedim, böylece önümüzdeki 1-2 haftayı kurtaracaktım. İlk başta bu fikir epey iyi geldi ama sonradan korkmaya başladım. Arabayla gitmeyi düşünüyordum, biraz macera arıyordum doğrusu. Araba eski olunca macera yönü kuvvetli olacaktı. Param yoktu ama kredi kartından kullanacaktım, bu da bir başka çılgınlık demekti.

Sonradan bu macera beni korkutmaya başladı, gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım; ama sonradan olaylar da hep olumsuz seyretti, sanki bir güç beni engelledi. Önce İstanbul'a birlikte gitmeyi planladığım arkadaşım gelemeyeceğini söyledi(bunu düşünmeliydim), ben de arabadan vazgeçip uçakla yolculuk etmeye karar verdim; bu sefer de İstanbul'daki iki arkadaşın başka 29 Ekim planları olduğunu öğrendim, orada olmayacaklardı. Her şeye rağmen, tüm olumsuzluklarına karşın gidilir miydi? Bilmiyorum, aslında olumsuzluklar işin macera kısmını arttırıyor. Ama ben sanırım huzur istiyorum, Vezirköprü yeterince macera dolu, sıcak sulardan soğuk sulara giriyorum her gün. Neyse, konumuza dönersek bu üç günlük tatilde evdeyim, her zaman olduğu gibi; ama en azından tecrübe kazandım... bir dahaki sefere...

22 Ekim 2010 Cuma

Rakı-Balık

Bu akşam hayatımda ilk kez tek başıma balık alıp kızarttım, biraz endişeliydim ama güzel de oldu. Yediğim balık hamsiydi. Her ne kadar çok tasvip etmediğimiz bir şey olsa da balığın yanında rakı içmek düşünülebilirdi. Aslında günler bu kadar stresli, yorucu, moral olarak dibe vurmuş bir şekilde yaşanırken balığın yanına bir de rakı açılabilirdi. Zaten Sabahattin Ali de Anadolu'nun en ücra köşelerinde insanların sıkıntılar karşısında böyle yaptığını söyler:

"Bereket versin, Anadolu'nun bu yalnız kendisine mahsus dertleri yanında gene yalnız kendisine mahsus çareleri vardır. Bunların en birincisi 'rakı' dır.

Burada felaketzede memur içer; müflis tüccar içer; fena mahsul çıkaran eşraf içer; senelerden beri aynı köşede bırakıldığı için içerleyen zabit içer ve nihayet karısı ile geçinemeyen kaymakam içer... "

19 Ekim 2010 Salı

Akşamüstü

 
Eve gelirken işle ilgili bir konuda telefonda görüşüyordum, işler bitmiyor... Eve gelince yemeği ısıttım, saat başı haberleri izleyecektim, telefon çalınca tekrar unuttum, bilgisayarda bir oyuna daldım, biraz zorlayınca bıraktım oyunu, haberler kaçtı, yemek yedim, hayallere daldım. Müzik dinledim, yazmak istedim, facebook'ta dolaştım, yorum yapabileceğim bir şeyler yazdım, beğenmedim yayınlamadım, fotoğraflarıma baktım, belki bir iki tane eklerim diye, vazgeçtim. Hava ne kadar da erken kararıyor.  

5 Ekim 2010 Salı

Yaz çoktan bitti

Ekim geldi, yaz ayını çoktan geride bıraktık. Karadenizde soğukların ilk işareti Ağustos'un ortalarında belirir, sonra bir daha geri gelmeyeceksine kaybolup gider yaz. Nedense bu yıl yaza karşı büyük bir özlem var içimde, bir türlü bitsin istemedim, hiç bunalmadım... Sanki elimden kaybolup giden her şey gibi yaz. Bir anlık mutluluk, sonra hep soğuk...

24 Ağustos 2010 Salı

sıfır faiz

Resmi gazetede yayınlandı, Ziraat bankası yeni hayvan alanlara sıfır faizle kredi veriyor, hem de tam 7 yıl vadeli olarak. Nerede bu bolluk bilemiyorum. Biz de isteriz, kredi kartı borçlularına da sıfır faiz verilsin.

Taşrada Ziraat bankaları dolup taşıyor, elbette ilçe tarım müdürlükleri de hayvan kayıtlarıya. "İnek aldım, üzerime geçirmek istiyorum." Eylül ayı geliyor zaten, esas sıkıntı şimdi başlayacak. Köy köy dolaşacak hayvan sağlığı camiası.

Sıfır faiz haram mı? Bunu düşünüyorum, şimdi madem faiz haram ama insanlar çektikleri krediler için binlerce lira faiz öderken bu insanların böyle bol keseden uzun vadeli ve sıfır faizli kredi kullanmaları haram değil mi? Sübvanse eden devlet ve elbette bizim vergilerimizle. Tabii bunun adı sübvansiyon, bundan dolayı haram değilmiş. Devlet üreticisine destek veriyormuş. ... böyle saçma işler işte.

20 Ağustos 2010 Cuma

Boyun tutulması

Boynum tutuldu, yaklaşık 10 gün sürdü. Klima çarpması, bilgisayar başında oturma, ters hareket yapma, yastık değiştirme (hakikaten yastığımı değiştirmiştim), cereyanda kalma gibi olası nedenler saydılar. Bilmiyorum, belki Allah çarpmıştır. Biraz uzun sürdü, kafamı koyacak yer arıyordum, eczaneden aldığım ilaç hiçbir işe yaramadı; ama sonunda geçti, eski yastığımı geri bulup çıkardım bu arada...

10 Ağustos 2010 Salı

Yaşam

Yaşam nedir? Yaşam dediğimiz şey, bir insanın canlılık durumu ve her türlü ilişkisi. Uyumak, yemek yemek, bankadan kredi çekmek, tatile çıkmak, yaşlanmak, kıskanmak, üzülmek, sevinmek ve böyle sonsuz sayıda şeyi barındıran bir yaşam. Yaşam denilen gerçek şey insanın içinde bulunduğu, yaşadığı, rüya olmayan, herkesin için bambaşka, kimleri için benzer, hakkında yine sonsuz sayıda sözlerin edilebileceği içinde bulunduğumuz gerçek.