Bayramlarda Türkiye'yi görmek gerekir, bambaşka bir çehreye bürünür ülke. Bütün insanlar en güzel, en yeni elbiselerini giymiştir, tertemizdirler, saç-sakal tıraşlarını olmuşlardır. Pozitif bir ruh hali içindedir herkes, eş, dost, akraba birbirlerini ziyaret eder, sohbetler edilir, sosyal bir paylaşım yaşanır. Uzakta olanlara telefon açılır, onlar da unutulmaz, konuşulur. Büyüklere ziyarete gidilir, el öpülür. Bu dünyada olmayanlar da hatırlanır, mezarlıklar ziyaret edilir. Düşmanı bile olsa -öyle çok kanlı bıçaklı değilseler- bayram ziyaretinde gelene tatlı, şeker ikram edilir, kahve yapılır, hal hatır sorup küçük de olsa bir sohbet edilir; hatta dargınlıkların giderilmesi, barışılması için bir vesile olduğu söylenir. Gece gündüz çalıştığı halde yine de "tembel" diye nitelenen halkımıza bugünlerde tatil verilir. İnsanlar çalışmadıkları için, günün stresinden uzak daha bir pozitif olurlar, bağırıp çağırmaz kimse, çokça güler, sokaklar boştur, trafik yoktur, korna sesleri duyulmaz, mutludur genelde herkes...
30 Ağustos 2011 Salı
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Cennetin Krallığı
İnsan bir umutla yola çıkıyor. Bazen köyünden büyük kente göç ediyor, bazen Almanya’ya ya da başka büyük ülkelere çalışmaya gidiyor, bazen genç yaşta üniversite öğrencisi olarak bir yerlere gidiyor insanlık. Burada, içinde büyük umutlar olabiliyor ya da çok istemese bile gitmek zorunda kalıyor. Umutlar, terk edilen yerdeki yaşamın bitmesiyle paralel seyrediyor, kendisini bağlayan ne kadar çok şey varsa o kadar gitmeye gönlü az oluyor. Televizyonlardan, filmlerden, haberlerden, anlatılanlardan dışarıdaki yaşam bir hayal gibi duruyor önünde. Kendi kısıtlı yaşamındansa büyük şehirler ve ülkeler birçok imkânı barındırıyor, ayrıca tanınmadığı bir yerde yaşamanın özgürlük getireceğini düşünüyor, dedikodusunun olmayacağı, atacağı her adımın takip edilip sorgulanmayacağını düşünüyor.
Eski çağlarda insanlar savaşlara giderdi, burada ya ölecekti ya da yaşarsa şehirleri fethedip, yağmalayıp zengin olacağını düşünürdü. Zaten bir köle gibi yaşıyordu, paralı asker olarak giderse canını ortaya koyup bir şeyler kazanma şansı vardı. Haçlı seferleri gibi savaşlarda dini duygular da ön plana çıkıyordu, savaşçılar Tanrı uğruna savaştığından ölürse bile cennete gidecekti; ama bunlar bir yana, esas belirleyici Avrupa’nın içine düştüğü sefaletten kurtulma çabasıydı. Tıpkı İstanbul’a ya da Almanya’ya göç edenler gibi…
Peki, gidenler ne buldu? Gidenlerin çoğu seferinden dönmedi, cenneti bekleyenler de cehennemi buldular karşılarında. Sefaletin başka bir türüyle karşılaştılar, zorlu yaşam devam etti, hayatın başka başka acılarını tattılar. Belki “bey” olma ümitleri vardı, fakat bunun olamayacağını yaşayarak anladılar. Gitmeden önce başına talih kuşu konanların öykülerini dinliyorlardı, ama gittiklerinde talihsizliklerin peşlerini bırakmadıklarını gördüler. Özgürlük istiyorlardı ama terk ettikleri köylülerini, hemşerilerini aradılar, onlarla bir oldular. Memleketlerini bir başka özlemeye, bir başka milliyetçilik, fanatiklik yapmaya başladılar. Büyük kentlerde insanlık ölmüştü, her şey parayla ölçülüyordu, yalanın, ikiyüzlülüğün, çıkarcılığın haddi hesabı yoktu.
Gidenler yine de dönmedi, çünkü dönecekleri yerde bir yaşam yoktu, boşuna terk etmemişlerdi. Şehrin çarkına bir şekilde kendilerini uydurdular, yeni alışkanlıklar edindiler. Artık ancak ziyarete geleceklerdi memleketlerini o kadar, bayramda seyranda, bir de ölürseler cenazeleri gidecekti ki bazen o da büyükşehirde kalacaktı.
Cennetin krallığı filmi, çaktırmadan göç edenlerin bütün fantezilerini içinde barındırır, anlatım çok güzel olduğundan insana bu rahatsızlık vermez, aksine büyük bir haz yaşatır. Kahramanımız hayatı kararmış, karısı ölmüş, sonra bir cinayet işlemiş bir demirci iken bir lordun çocuğu olduğunu öğrenir, onun peşinde haçlılarla Kudüs’e gider. Yani kaldığı yerde yaşam şansı kalmamış, ruhunu temizlemek üzere bir arayış içerisindedir. Kutsal topraklarda büyük bir şövalye olur, Kralın sevgisini kazanır, babasından kalan topraklara can verir, buralarda çalışır, Kralın kız kardeşiyle aşk yaşar, kötüler onun düşmanı olur, savaştığı Müslümanlar arasında bile dostlar edinir, öyle ki esir olduğu zaman serbest bırakırlar onu, son olarak Kudüs’ü kurtaramasa bile onuruyla savaşıp oranın halkının can güvenliğini sağlar. Sonra da prenses sevgilisiyle eski yaşamına geri döner, mutludur. Bilmiyorum, gidenlerden ya da kalanlardan mutlu olan var mı dünyada?..
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Avatar
Bir sistem eleştirisi yapılacaksa bunu da biz yaparız mantığıyla çekilmiş Avatar filmi. Böylelikle insanların kendilerini daha güvende, daha demokratik bir ortamda yaşadığı duygusu pekiştirilmiş oldu. 1984 vari tümüyle kuşatılmış, insanların bir köle gibi yaşamaya mecbur bırakılmadıklarını hissedilmesini film önlüyordu. Elbette insanlar filmden çıktıktan sonra emperyalist devletlerin gerek Afrika, Asya kıtasında, gerekse Amerika kıtasında ve güncel olarak koalisyon güçlerinin Irak’taki işgallerinin filmde anlatıldığını söyleyecekti. Sömürü için Amerikalıların yerlileri yok etmesi, doğaya acımaması gibi gerçekler bu filmde anlatılıyordu. Ticari kaygılarla, klişelerle dolu Hollywood sinemasından böyle bir eleştirel-siyasal film çıkıyordu.
Bu filmde belki insanlara belirli mesajlar verilmek istenmiş, toplumsal duyarlılıklarına dikkat çekilmek istenmiştir; fakat burada da ciddi sorunlar bulunmaktadır. İlk başta iyi kalpli yerlilerle, kötü kalpli beyazlar vardır. Beyazlarda büyük bir para hırsı, doğaya karşı acımasızlık, yakıp yıkma ve yok etme güdüsü hâkimken yerliler doğa ile tam bir uyum içerisinde, mutlu mesut yaşamaktadır; hatta yerliler sporcu, sağlıklı insanlardır. Bu durum elbette gerçeği yansıtmamaktadır, hiçbir zaman böyle siyahla beyaz gibi ayrılıklar söz konusu olmayacaktır. İkinci olarak sömürü bin bir yolla yapılır. Bazen kaba kuvvet uygulanırken bazen daha kansız yöntemler kullanılır. Sömürücüler bazen adam satın alır, bazen kabileleri birbiri ile savaştırır, arabulucu olur, bazen bir grup sömürgelerle işbirliği yapmak ister, birileri kraldan çok kralcı olur vs. Filmde bu karmaşık süreçlerden pek bahsedilmemiş. Üçüncü olarak Amerikalılar mutlak bir savaş gücü üstünlüğüne sahipken yerlilerin oklarla savaşması da epey gerçek dışıdır. Bir şekilde onlar da kendilerini savaşacak halde donatmayı düşünecektir. Filmde yerlilerin kurtuluşu mistik, doğaüstü güçlerin yardımıyla gerçekleşmektedir ki, en fazla eleştiri bu noktaya getirilebilir. İnsanlara kurtuluşunuz mucizelere bağlı denmektedir herhalde.
Sonuç olarak filmde hem sömürgeciliğe karşı bir eleştiri getirilerek bu alandaki ihtiyaç karşılanmış, fakat hem de gerçeklerden farklı, oldukça yüzeysel bir anlatım sergilenmiştir. Zaten izleyiciden de çoğunlukla böyle bir talep gelmemektedir, mevcut düzey yeterlidir. İnsanların bilinçlerinde ise sömürüye karşı mutlak bir karşı çıkış da bulunmamaktadır, bir ülkeyi sömürmenin zenginlik getireceği düşünülür. Amerikan halkının Irak işgalini desteklemesi gibi Türkiye'de de birçok kişi bu rüyalarla yaşamaktadır. Özal'ın Musul'a girip, bir koyup üç alma söylemi bunun bir yansımasıdır.
Sonuç olarak filmde hem sömürgeciliğe karşı bir eleştiri getirilerek bu alandaki ihtiyaç karşılanmış, fakat hem de gerçeklerden farklı, oldukça yüzeysel bir anlatım sergilenmiştir. Zaten izleyiciden de çoğunlukla böyle bir talep gelmemektedir, mevcut düzey yeterlidir. İnsanların bilinçlerinde ise sömürüye karşı mutlak bir karşı çıkış da bulunmamaktadır, bir ülkeyi sömürmenin zenginlik getireceği düşünülür. Amerikan halkının Irak işgalini desteklemesi gibi Türkiye'de de birçok kişi bu rüyalarla yaşamaktadır. Özal'ın Musul'a girip, bir koyup üç alma söylemi bunun bir yansımasıdır.
Filmin sonunda iyilerin kazanması(Amerikalıların ülkeden terk edilişi), Hollywood sinemasının bir özelliğidir, çünkü insanlar sinemadan üzgün ayrılmamalıdır, mutlu olmalıdırlar. Oysa batının bu tür siyasi filmlerinde alışık olduğumuz şey, bu şekilde vatanı için, düşünceleri için mücadele eden insanların sonunda kaybetmesi, bazı arkadaşlarının davayı satması, güçlülerin kazanması şeklinde, insanı umutsuzluğa sürükleyen yapımların olmasıdır. Demek ki bu kadar yüksek bütçeyle çekilen bir filmde insanları böyle karamsarlığa sürüklemenin doğru olmayacağı düşünülmüş.
21 Ağustos 2011 Pazar
Trabzon'un itibarı
İlkçağlardan bugüne her zaman önemli bir merkez olmuştur Trabzon. Persler burada büyük bir devlet kurup bütün Anadolu’ya egemen olmuşlar, ardından Roma ve Bizans’a geçen şehir yine merkezi özelliğini devam ettirmiştir. İstanbul’daki Latin istilasından sonra Bizanslı Kommenos hanedanlığı Trabzon’a geçerek burada Pontus İmparatorluğunu kurmuşlar ve uzun yıllar Moğol ve Türk saldırılarına karşın varlıklarını koruyabilmişler. Öyle ki şehir İstanbul’dan bile sonra 1461 yılında fethedilebilmiştir. Osmanlı döneminde önemli bir eyalet olarak varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Trabzon Müdafai Hukuk Cemiyeti ile ülkeyi oluşturan başlıca unsurlardan biri olma özelliğini bir kez daha göstermiştir.
Trabzon şehri son yıllarda önemli bir itibar kaybına uğramıştır fakat kimse bunun farkında değildir. Yeşil bir doğası vardır şehrin, her taraf yemyeşildir ama çarpık kentleşmeyle her yer beton yığınına dönmüş, halkın nefes alacağı bir yer kalmamıştır. Güzelim sahil şeridi yol yapılacak diye yok edilmiş, buradaki yürüyüş alanları ve çay bahçeleri ortadan kaldırılmıştır. Şu anda halkın toplu olarak gezebileceği şehirdeki tek yer neredeyse sayıları 3 kadar olmuş “Alışveriş Merkezleri”dir. Ülkemizde turistik yerlere otel, pansiyon gibi yerleşimler yapıp doğal güzelliğin mahvedildiği yerlere Trabzon’daki Uzungöl de eklenmiştir. İlçelerdeki, köylerdeki kilise ve manastır gibi yerler yıkılalı uzun yıllar olmuş, fakat geride kalan birkaç yer de halkın gazabına uğramış, fresklerin gözleri oyulmuş, duvarlarına yazılar yazılmıştır.
1955 yılında Türkiye’nin ilk üniversitelerinden biri Trabzon’a kurulmuştur, ODTÜ ve İTÜ’den sonraki 3. Teknik üniversitedir burası. Fakat böylesine eski ve köklü bir üniversite oldukça geri kalmış, pek çok istatistikte Türkiye’de ilk 20’ye bile girememektedir. Üniversitedeki siyasi, dost ahbap ilişkileri elbette bu başarısızlığın başlıca sorumlusudur.
Aynı şekilde bir zamanlar şampiyonlukları birer birer toparlayan, İstanbul takımlarının korkulu rüyası haline gelmiş, Avrupa takımlarını dize getirerek tüm ülkenin sevgisini kazanmış Trabzonspor’dan artık eser yoktur. 27 yıldır şampiyon olamadığı gibi, artık Avrupa kupalarında ilk turda elenmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Ahde vefa dışında Trabzonspor’un sevilecek bir yanı da kalmamıştır. Futboldaki tarikat ilişkileri sayesinde bir gün şampiyon olsa bile Avrupa arenasında bir başarı sağlayamayacağı ya da iyi futbol oynayamayacağı gün gibi açıktır.
Artık Karadeniz’in dağlarında uyuşturucu otlar yetiştirilmekte, gençler arasında uyuşturucu kullanımı yaygın bir şekilde seyretmektedir. Trabzon Rusya’dan gelen kadınların pazarlandığı merkezlerden biri konumuna gelmiş, kumar oynamak da yine Trabzonlularla neredeyse özdeşlemiştir. Hırsızlık alıp başını yürümüştür, evimizin önünden arabamız çalınmış, kendi dairemize 1 kez, apartmana 5 kez hırsız girmiştir.
Rahip Santorini ve Hrant Dink cinayetleriyle gündeme düşen Trabzon’da, Trabzonlular bu durumdan pek rahatsız olmamıştır. Milliyetçi duygular cinayetlerin üzerini kapamıştır, bir Trabzonlu çıkıp şehir adına özür dilememiştir. Ama işte tam da bu özür, belki 100 yıl sonra gelecek bir özür, Trabzon’a yapılacak, ayakkabısı delik bir Hrant Dink heykeli şehrin itibarının geri geldiği, kaderinin döndüğü gün olacaktır.
10 Ağustos 2011 Çarşamba
Yaşam standardı
Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde insanlar çok yüksek bir yaşam standardı içinde yaşamaktadır. Buralada birçok aile evini kedi-köpek gibi evcil hayvanlarla paylaşmaktadır. İşin ilginç olan tarafı bu hayvanların da yine çok yüksek bir yaşam standardında yaşamlarını sürdürmeleridir.
Bu hayvanlar daha doğar doğmaz hastalıklara karşı aşılanmaktadır. Yiyecekleri bilimsel yöntemlere göre hazırlanmış, vücutlarının fizyolojik ihtiyaçlarına göre belirlenmiş özel mamalardır. Ömürleri boyunca sokağın çamurundan, pisliğinden, dışarının soğundan uzak bir şekilde sıcacık bir çatı altında yaşamlarını sürdürürler. Özel şampuanları vardır ve sahipleri tarafından düzenli olarak banyo yaptırılırlar. Bundan dolayı ömürlerinde enfeksiyona bağlı hastalıklara pek yakalanmazlar; fakat vücut dirençleri zayıf olduğundan en ufak bir olumsuzlukta da hasta olabilirler ve aynı zamanda alerjik hastalıklara yatkındırlar. Çok terbiyelidirler, tuvalet eğitimleri vardır ve sahiplerinin her sözünü dinlerler. Zaten aileden bir birey gibidir, insanlar hayvanlarına sevgi gösterir, birlikte oynarlar, aralarında duygusal paylaşımlar yaşanır. Kedi ve köpeklerin 10-15 yıl arasında bir doğal yaşam süreleri vardır ve Avrupa'da evcil hayvanlar ömürlerinin sonuna doğru bir yaşlılık sürecini de geçirirler: tüyleri solar, dişleri dökülür, kilo alır ve hatta altına kaçırmaya başlar. Bir gün hayatını kaybetse bile hafızalardan hiçbir zaman silinmezler..
Bir karşılaştırma olması bakımından Türkiye'deki sokak köpeklerinin hayatını inceleyebiliriz. Evde hayvan besleme Türkiye'de pek fazla yaygın değildir. İnsanlar daha kendilerine bakamazken elbette kedi köpeğe bakacak durumda değildir. Sadece köylerde bekçilik yapsın diye evin önüne bir köpek bağlanır, yemek artıklarıyla beslenir. Şehirde insanların evde kedi köpeğe ayıracakları vakitleri de yoktur, işten eve geldiklerinde yorgunluktan başlarını kaldıracak taakatleri de. Çocuklar genelde sokakta köpeğin birinin başına bir ip bağlayıp dolaştırırlar, sonra anneleri kızınca bırakırlar. Bir hevesle eve alınıp sonra bakımı zor gelince sokağa terk edilen köpek de çoktur. Sokak köpekleri sürekli mikropların içinde olduğundan vücutları doğal bir bağışıklık kazanır, hastalanmasalar bile çok hayırlı bir şey değildir bu. Karda, kışta, yarı aç yarı tok yaşayıp giderler. Yaşam süreleri de çok uzun olmaz. Sokak köpekleri pek yaşlanmaz, ya bir kışı atlatamaz, ya araba çarpar ya da belediye tarafından zehirlenirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)