İnsan bir umutla yola çıkıyor. Bazen köyünden büyük kente göç ediyor, bazen Almanya’ya ya da başka büyük ülkelere çalışmaya gidiyor, bazen genç yaşta üniversite öğrencisi olarak bir yerlere gidiyor insanlık. Burada, içinde büyük umutlar olabiliyor ya da çok istemese bile gitmek zorunda kalıyor. Umutlar, terk edilen yerdeki yaşamın bitmesiyle paralel seyrediyor, kendisini bağlayan ne kadar çok şey varsa o kadar gitmeye gönlü az oluyor. Televizyonlardan, filmlerden, haberlerden, anlatılanlardan dışarıdaki yaşam bir hayal gibi duruyor önünde. Kendi kısıtlı yaşamındansa büyük şehirler ve ülkeler birçok imkânı barındırıyor, ayrıca tanınmadığı bir yerde yaşamanın özgürlük getireceğini düşünüyor, dedikodusunun olmayacağı, atacağı her adımın takip edilip sorgulanmayacağını düşünüyor.
Eski çağlarda insanlar savaşlara giderdi, burada ya ölecekti ya da yaşarsa şehirleri fethedip, yağmalayıp zengin olacağını düşünürdü. Zaten bir köle gibi yaşıyordu, paralı asker olarak giderse canını ortaya koyup bir şeyler kazanma şansı vardı. Haçlı seferleri gibi savaşlarda dini duygular da ön plana çıkıyordu, savaşçılar Tanrı uğruna savaştığından ölürse bile cennete gidecekti; ama bunlar bir yana, esas belirleyici Avrupa’nın içine düştüğü sefaletten kurtulma çabasıydı. Tıpkı İstanbul’a ya da Almanya’ya göç edenler gibi…
Peki, gidenler ne buldu? Gidenlerin çoğu seferinden dönmedi, cenneti bekleyenler de cehennemi buldular karşılarında. Sefaletin başka bir türüyle karşılaştılar, zorlu yaşam devam etti, hayatın başka başka acılarını tattılar. Belki “bey” olma ümitleri vardı, fakat bunun olamayacağını yaşayarak anladılar. Gitmeden önce başına talih kuşu konanların öykülerini dinliyorlardı, ama gittiklerinde talihsizliklerin peşlerini bırakmadıklarını gördüler. Özgürlük istiyorlardı ama terk ettikleri köylülerini, hemşerilerini aradılar, onlarla bir oldular. Memleketlerini bir başka özlemeye, bir başka milliyetçilik, fanatiklik yapmaya başladılar. Büyük kentlerde insanlık ölmüştü, her şey parayla ölçülüyordu, yalanın, ikiyüzlülüğün, çıkarcılığın haddi hesabı yoktu.
Gidenler yine de dönmedi, çünkü dönecekleri yerde bir yaşam yoktu, boşuna terk etmemişlerdi. Şehrin çarkına bir şekilde kendilerini uydurdular, yeni alışkanlıklar edindiler. Artık ancak ziyarete geleceklerdi memleketlerini o kadar, bayramda seyranda, bir de ölürseler cenazeleri gidecekti ki bazen o da büyükşehirde kalacaktı.
Cennetin krallığı filmi, çaktırmadan göç edenlerin bütün fantezilerini içinde barındırır, anlatım çok güzel olduğundan insana bu rahatsızlık vermez, aksine büyük bir haz yaşatır. Kahramanımız hayatı kararmış, karısı ölmüş, sonra bir cinayet işlemiş bir demirci iken bir lordun çocuğu olduğunu öğrenir, onun peşinde haçlılarla Kudüs’e gider. Yani kaldığı yerde yaşam şansı kalmamış, ruhunu temizlemek üzere bir arayış içerisindedir. Kutsal topraklarda büyük bir şövalye olur, Kralın sevgisini kazanır, babasından kalan topraklara can verir, buralarda çalışır, Kralın kız kardeşiyle aşk yaşar, kötüler onun düşmanı olur, savaştığı Müslümanlar arasında bile dostlar edinir, öyle ki esir olduğu zaman serbest bırakırlar onu, son olarak Kudüs’ü kurtaramasa bile onuruyla savaşıp oranın halkının can güvenliğini sağlar. Sonra da prenses sevgilisiyle eski yaşamına geri döner, mutludur. Bilmiyorum, gidenlerden ya da kalanlardan mutlu olan var mı dünyada?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder