27 Aralık 2012 Perşembe

en az 3


Benim memleketlim, büyük şair, yazar, ressam, heykeltıraş Bedri Rahmi Eyüboğlu, işte benim duygularımı en iyi yansıtan insandır herhalde, benim dilimi konuşur. Ne de olsa aynı havayı solumuşuz, aynı topraklarda büyümüşüz, aynı Karadeniz’i, yeşili, doğayı görmüşüz, çocukken yağmurlarında ıslanmışız, aynı yemekleri yemişiz, aynı türküleri, öyküleri dinlemişiz.

Şimdi diyor ki, biz otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğuyuz ve yakalamamız gerek. Ben bilirim ki, Trabzonlu olan herkes doğaya âşıktır, bir de içlerinden aydın insanlar çıkınca o ikisini birleştirir. Bedri Rahmi işte böyle eşsiz bir insandır. Şimdi bu şiirinde Anadolu insanına demektedir ki, en azından 3 dil bileceksin, dişinle, tırnağınla sökeceksin…
 
 

ÜÇ DİL
 

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

 

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

 

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU
 

14 Aralık 2012 Cuma

Manevi aşkın peşinde

Fuzuli şiirlerinde manevi aşkın peşinden koşar. Ona göre insan sevdiğini her şeyden önce içinde yaşatmalıdır. Gerçek aşk ancak bu şekilde var olabilir.
Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden taşra bir yar olduğun aşık hayal etmez

Burada şair sevgiliye kavuşmak için can atmadığını, çünkü zaten gönlünde olan sevgili için vuslat kaygısı çekmenin anlamsız olduğunu söylemektedir.

Sevgilinin eline dokunmadan o eli sevmek gerekir. Düşünmek kavuşmaktan önce gelir. Bir adım ileride zaten vuslat aşkı öldüren bir şeydir ve pek istenmez. Gerçek aşkta sevgili insanın içinde yüceltilir, türlü anlamlar yüklenir, orada yaşar. Böyle düşünsel bir aşkın maddi gerçeklikte karşılığı olduğu da şüphelidir ve böylece bir hiçliğe doğru gidilir.

*  *  *


Manevi yaşamı yüceltip, insanları böyle bir dünyanın içine sokanların bir sonraki aşaması onların dolandırılmasıdır. Maddi gerçekliğin yok edildiği, insanların kafalarının bulanıklaştırıldığı bir ortamda onları yönlendirmek en kolay iştir. İnanç vardır, ne denirse, ne yapılırsa yapılsın doğru olduğuna dair bir inanç, asla bir kötülük gelmeyeceğinin inancı.

Hafta başında yayınlanan bir haberde, Deniz Feneri'ne ait 16 Ocak 2013’de başlayacak davaya ilişkin soruşturmada, dernek tarafından düzenlenen 119 ayrı maddi yardım belgesinin sahte çıktığı yazmaktadır:

"Bu belgelerde ismi olan  kişiler, tek tek bulundu ve tümü dernekten tek kuruş yardım almadığını, belgelerdeki imzaların da kendilerine ait olmadığını açıkladı. Derneğin, köy ve mahalle muhtarlarından vatandaşların listesini aldığı ve her bir kişiye 250’şer Avro yardım yapılmış gibi sahte belge düzenlediği bildirildi."



Son olarak unutmamak gerekir ki, dolandıranların da içi manevi olarak rahattır. Sahte belge düzenlense bile alınan paralar haram değil, helaldir. Sahte belgeler yüce amaçlar uğruna, Allah yolunda alınmıştır ve kullanılacaktır. Gerisi teferruattır. Önemli olan bu dünyada değil, öteki dünyada hesap verebilmektir.

24 Ağustos 2012 Cuma

Tatil farkı


Yaz mevsiminin son günlerini yaşadığımız, tatil döneminin bitmeye yaklaştığı bu günlerde ülkemizden bir tatil manzarasını yayınlıyorum. İnci Aral'ın Mor romanından alıntıdır:

Pencereden, çayın denizle birleştiği sahile bakınca uzaktan iri karıncalar gibi görünüyordu plajdaki insanlar. Çoğu dar gelirli ailelerdi. Zenginlerin, paralıların gittiği ünlü tatil yörelerine, öyle sosyetik yerlere adım atacak gücü olmayanlar. Çoluk çocuk üst üste bir odada, ucuz pansiyonlarda kalıyorlar, toz ve sivrisinekle boğuşarak mutlu olmaya çalışıyorlardı. Bayatlık kokan kebapçılarda iki lahmacun atıştırıp –ya da pansiyon odasının bir köşesinde küçük tüpte acele bir şeyler pişirip– akşamları geçirmek için arabeskçilerin gürültüye tüy diktiği çay bahçelerine gidiyorlardı. En az masrafla nasıl tatil yapılacağını öğrenmişlerdi. Öğleye doğru kalkıp, güneşe, denize, kuma koşuyorlar, güneşin altında –bağrış çığrış arasında– saatlerce yatıp kavruluyor, iyice ısınınca da kalkıp serin, mavi suya atıyorlardı kendilerini. Çayın getirdiği lağımlı atıklar, parfümlü güneş yağlarıyla karışıp üstlerine yapışmış olarak yeniden sahile çıkıyorlar, mısır koçanları, meyve kabukları ve sigara izmaritleri içindeki kumda kâğıt ya da tavla oynuyorlardı neşe içinde.



İlsa Otel’in bulunduğu bölge kasabadan biraz uzaktaydı ve deniz de ortam da tertemizdi. Otelde her şey çok farklıydı. Oradaki insanlar başka türlü yaşıyorlardı. Sabah kalkıp yürüyüş yapıyorlar, –duş alıp– uzun uzun kahvaltı ediyorlar, biraz güneşlenip serinlemek için havuza ya da kumsala gidiyorlar, sonra –duş alıp– zengin bir öğle yemeğiyle karınlarını –yeniden– doyurup serinletilmiş odalarda öğle uykusuna çekiliyorlardı. Akşamüzeri olunca yine –duş alıp– giyinip süslenerek aşağı iniyorlar ve yatana kadar sürecek zengin bir akşam yemeğine oturuyorlardı. Orda hep ve aralıksız yıkanıp tıkınma vardı. Kibar gülüşler, çıplak memeler, kalçalar, –sınırsız içki ve eğlence– gösteriş, özgürlük ve çılgınlık vardı. Tuzu kurular geliyordu oraya. (İnci Aral, Mor, sf. 219-220; Kırmızı Kedi Yayınevi 2010)




22 Ağustos 2012 Çarşamba

Mor Romanı


Çağdaş Türk romanını okumaya İnci Aral’ın “Mor” (2004 Orhan Kemal Roman ödüllü) kitabıyla başladım. Son yıllarda ödül kazanmış eserler arasında bakınırken konusu itibarı ile bu kitapta karar kılmıştım. Roman benim alıştığım tarzdan farklı bir dünya sunuyordu, bundan dolayı biraz sarsıldım. Kitap oldukça karanlıktı, karakterlerin birçoğu ahlakı bozulmuş, kötü insanlardı. Daha kendi halinde olanlar da iç dünyalarında çeşitli sorunlarla boğuşuyordu. Yazar karakterlerine o kadar hakim, onları o kadar iyi tanıyor ve anlatıyordu ki insan şaşırıyordu. İş adamının da nasıl bir yaşantısı olduğunu biliyor, kapıcı ailesinin de. Öyle yüzeysel anlatımlarla değil, bir derinlikle; gereksiz ayrıntılarla değil, en can alıcı noktalarla anlatıyordu hikayesini. Yazarda bu ahlak bozukluğunu müthiş bir kavrayış vardı. Her şeyin farkında olan biriydi o. Çok görmüş, çok geçirmişti ve büyük bir dinginlikle anlatıyordu yaşananları. Toplumdaki çürümüşlüğün propagandasını yapmıyordu ya da ruhsal bir bunalım içinde değildi. Bir üniversite hocasının ders anlatması gibi, elindeki konuyu evirip, çevirip, sağını, solunu, her şeyini anlatıyordu. Buna rağmen bir anne sıcaklığı, kadın duyarlılığı da gözden kaçmıyordu. Ruh bilim, sosyal bilim, tarih ve hayat okulunu bilen, bunları özümsemiş, aşmış, gerçekten günümüze ait, modern bir yazar bulmuştum karşımda.

 


İşte bu anlatım biçimi insanda anlatılanların gerçek olduğu yönünde hiçbir şüpheye yer bırakmıyor, böylesine yozlaşmış bir dünya olabileceği için de can sıkıntısı yaratıyordu. Nasıl yaratmasın, iş adamı Sacit İlhan 40 yıllık karısını boşayıp kızı yaşında biriyle evleniyordu. Utanmadan gayri meşru çocuğuna 1. yaş gününde görkemli bir doğum günü partisi düzenliyordu. Genç bir mühendisken hızla yükseliyor ve zengin oluyordu. Bu arada insanın nasıl zengin olacağı da açıktı, yolu sosyalizmden geçmiş biri olarak, çok hoşlanmamakla birlikte bu pis işleri kanıksamıştı. Boşandığı karısı sıradan biriydi, ablasının onu yönlendirdiği söyleniyordu. Bu abla romandaki belki de en kötü kişiydi. Kız kardeşini sömüren, parayla erkeklerle olabilecek yaratılışta biri. Daha kimler kimler vardı, gerdek gecesi dayak yiyenler mi, beceriksizliğinden babalarından kalan mirası tüketip genç yaşta sefil bir şekilde ölenler mi hepsi vardı. Eli yüzü düzgün başarılı akademisyen kardeş de kendi içinde sorunlarla boğuşuyordu. Karısıyla sorunları vardı. Siyasete atılmış, kesin seçilirsin diye telkin edilmişti ama partisi barajı geçemeyince büyük bir darbe almıştı. Yazarın deyişiyle, onca donanımına karşın kızını bir küçük burjuva piçi olarak yetiştirmişti.



 

Bizler böyle hayatları bilmiyorduk, televizyon dizilerindeki daha sıcak ortamlarda büyütüldük. İş adamları bile bizden biriydi, karısı ve çocuklarıyla bizim gibi bir yaşantısı vardı, sorunları bile herkesin yaşadığı günlük işlerdi. Kapıcılar, katiller, sarhoşlar, kayınpederler; hepsi kendi halindeydi… Oysa bu romanda herkes ayrı bir dünyada, geçerli olan tek bir şey vardı, o da para, para ve yine paraydı. Belki de yeni dünya ile eski dünya arasındaki bir farktı…

 

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Orhan Pamuk'un haklı tarafı


Geçen hafta Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un Die Zeit gazetesine verdiği demeç küçük çaplı bir tartışmayı beraberinde getirdi. Yazarımız burada, Türkiye burjuvazisine katlanamadığını, kendisini sinirlendirdiklerini, onlardan tiksindiğini, dar görüşlü ve bencil olduklarını söyledi. Kadınlara başörtüsü taktıkları için yukarıdan baktıklarını, kendi halkından nefret ettiklerini, askeri darbelerden ve Kürtlerin aşağılanmasından çekinmemelerini de eleştirdi. (Radikal, 17 Ağustos 2012)

Bu sözler son günlerin moda söylemine o kadar uymuş ki, yandaş medyanın her gün ve her gün sunduğu, şaşılacak derecede aynı fabrikasyon bir söylem gibime geldi. Örneğin anti militarizm adı altından laik ordunun darbe yapmasını önlemekten başka bir amacı olmayan “askeri darbe” söylemi; Özgürlük deyince başörtüsüne özgürlükten başka bir şey anlamayan, başı kapalı insanlara büyük bir zulüm yapıldığı düşüncesi hep açıklamada var. Laik kesimin tuzu kuru insanlardan oluştuğu, lüks apartmanlarda zenginlik içinde yaşadığı da Orhan Pamuk’un “burjuva” sözünde; başı kapalı olanların ise fakir ve zulüm gördüğü “halk” sözüyle dillendirilmiş.

Keşke büyük yazarımız biraz daha farklı bakıp ülkenin yaşadığı başkaca büyük sorunlara tercüman olsaydı. 3X4 eğitim sistemi, tutuklu gazeteciler, siyasiler ve öğrencilerin bulunması, adalet sisteminin siyasallaşması, Suriye’deki isyancılara destek sağlanması, heykellerin yıkılması, kitapların basılmadan toplatılması, kıdem tazminatının kaldırılması vs.

 
Son olarak bunları bir kenara bırakıp Orhan Pamuk’un haklı gördüğüm bir tarafını yazmak isterim. O da burjuva ya da küçük burjuva kesimden bazı kendini bilmez insanların başı kapalı ve dindar insanlara küstahça tavır aldıkları, onlarla dalga geçtikleri, aşağıladıkları gerçeğidir. Bu yanlış bir tavırdır. Sahip oldukları ayrıcalıkları halkın lehine kullanmalıdırlar artık. Halka tepeden bakmak yerine saygı duymayı, onları gericiliğin girdabından kurtarmayı düşünmelidirler. Birer halk ozanı olunmalıdır…

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Suriye meselesi


Türkiye yönetiminde söz sahibi olanlar Suriye meselesinin muhasebesini yapmış, karını zararını hesaplamıştır. Elbette ticaretin durması, Türkiye'ye gelen göçmenlerin maliyeti, muhaliflerin silahlandırılması, lojistik destek sağlanması gibi maliyet unsurları çıkacaktır; fakat Amerika bir kez Esat yönetiminin devrilmesine karar verdiğinden Türkiye'de burjuvazi için aksi bir şekilde düşünmek rüzgara karşı işemek olacaktır. Dış politikada bağımsız bir çizgi, komşularla iyi geçinmek, devletlerin iç işlerine karışmamak gibi sözler kulağa hoş gelse bile hesap ortadadır. Suriye için süreç başladı ve ilerliyor. Başı belli, sonu belli, tüccar zihniyetine göre bundan gayrısı maceraya atılmaktır. Zaten bunların hepsi diktatör değil mi? İşte bir de yüce bir amaç koyup önlerine devam edecekler, demokrasi götüren ülkelerin kervanına katılacaklar. Burada solcular da bir bocalama geçirecek, "yoksa bir diktatörü mü destekliyoruz" diyecekler kendi kendilerine, utanacaklar ve fazla seslerini çıkaramayacaklar. Sağ siyasetçiler de buldukları bu açıktan sürekli yüklenecekler, kendi propagandalarını yapacaklar.



Dün dündür, bugün bugündür diye boşuna dememiş siyasetçimiz. Yüksek çıkarlar söz konusu olunca geçmişte söylenen sözlerin, yapılan eylemlerin bir önemi kalmıyor. İlkeli davranmanın da pratik bir faydası yok. Ölen insanlar, çekilen acılar da ancak bir istatistiktir ve hümanist duygularla sonradan hatırlanmak üzere başvurulabilir, başka bir önemi yok onlar için. Emperyalistler işgali kafasına koymuş, böyle büyük güçler karşısında durulabileceğine kimse inanmaz. Zaten karşı tarafta da eski yönetimin taraftarları dışında direnmeye niyetli bir kitle de yok. O halde güçlüden yana olmak mantıklı olandır.



Ortadoğu'nun restorasyonu Irak işgali ile başladı. Burada fiili bir Amerikan işgali ve savaş durumu vardı. İlk sefer olduğu için insanlar Irak halkından bir direniş bekliyorlardı, oysa her şey çok kolay oldu, birkaç gün içinde Saddam Hüseyin yönetimi son buldu. Bundan yaklaşık 10 yıl kadar sonra Arap Baharı geldi, ilerleyen günlerde bir bahar olmadığı anlaşıldı. Buradaki, iki kutuplu dünyadan kalan muhalif ya da daha bağımsız çizgideki ülkeler tamamen emperyalist etki alanına girecekti. Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde eski diktatörler gittiler, yerlerini İslami yönetimler aldı. Özellikle Libya'daki savaş Türkiye'de yakından takip edildi. Muhalefet büyük olduğundan savaş da büyük oldu ama fazla sürmedi. Şimdi bu ülkelerde İslami yönetimler iş başında, çatışmaların ve yönetim değişikliğinin getirdiği kaos devam ediyor.

Halk ise bu olanları izlemekle yetiniyor. Güçlü bir sol muhalefet olmadığından kimsenin pek fazla sesi çıkmıyor. Küçük burjuvazi çıkarlarının büyük burjuvaziyle örtüştüğünü düşünüyor. Bugün için diyet ödense bile Amerika'nın karşısında durmak akıl karı değil, yola devam. Sol kesim ise elbette bu yaşananlardan son derece rahatsız ama elinden bir şey gelmiyor.

Sonuç ise kriz içerisindeki Amerika, borç batağından kurtulamayan Avrupa ve hayat pahalılığı içindeki Türkiye, ötesi değil... 

8 Temmuz 2012 Pazar

Kötü geçen bir günün akşamında




Uykuya dalamayacak kadar yorgunum bu akşam. İnsan hastalanınca uyuyamaz ya, onun gibi bir şey. Kitap okuyayım dedim olmadı. Çamaşır, bulaşık... ev işine elimi atacakken, "kalsın" dedim, geri döndüm. Müzik dinlemekten(çok güzel bir albüm buldum) kulaklarım yoruldu; ama birkaç saattir sessizlik var; sonra benim bu halimi anlatacak bir şarkı da yok gibime geliyor, olsa bile şu an için anlayabileceğimi sanmıyorum. Televizyonun karşısına geçip uzanmak iyi olur böyle hallerde. Kumandaya gitmiyor elim, hiçbir şey yok zaten televizyonlarda. Kış dizileri yerini yaz dizilerine bıraktı. Öyle tartışma programı falan yok, olanlar da bir şeye benzemiyor. Kendim bir film açayım ya da bir dizi, şöyle sevdiklerimden izleyeyim, kafam almaz, ona da "cık", herhalde hiçbir şey açmayacak beni. (04.07.2012)



27 Haziran 2012 Çarşamba

-sosyal demokrat dinsel söylem


"Benim annemin başı açıktır ama namaz kılar, cuma geceleri kuran okur. Elinden geldiğince dini ibadetlerini yerine getirir. Emekli olmadan önce de, onca yoğun çalışırken de bunları yapardı, geri durmazdı. Dedelerimden biri hacıydı, öteki de melek gibi bir insandı, her vakit camiye gidip namazını orada kılardı. Beni de götürürdü camiye, öğretirdi. Biz dine karşı insanlar değiliz."

Yukarıdaki söylem, sosyal demokrat insanların dine bakışına bir örnektir. Ilımlı bir şekilde insanlar dini inançlarını kutsal bir yere yerleştirmiştir. Hayatlarının merkezinden uzaklaşmış, ama tamamen kaybolmamıştır, daha özel, içten bir yere yerleştirmişlerdir. Dine karşı bir saygısızlık, bir düşmanlık yoktur, kabullenme, saygı ve aynı zamanda sevgi vardır. Geçenlerde Kemal Kılıçdaroğlu böyle bir söylemde bulunmuştur:

"Kutsal kitabımız, hepimizin baş tacıdır. Evlerimizin en güzel yerine asarız, annelerimiz oyalı kılıflarla süsler, elimize Besmele'yle alırız." (30.03.2012)



Bu sözlere başbakan çok sert bir şekilde, "siz anca süs eşyası gibi asarsınız" diye cevap vermiştir. Kendilerinin kuranı süslü bir köşede bırakmadıklarını, onu okuduklarını, ondan feyz aldıklarını söylemiştir. Her zamanki gibi ne hoş görüden, ne saygıdan eser vardır. Sosyal demokratların ılımlılığına karşı, radikal bir söylemin varlığına kanıttır. Din hayatın merkezine yerleştirilmiştir, ona saygı duyulması, sevilmesi önemli değildir; onun kurallarına uyulması zorunludur. Annem namaz kılıyordu diye dine olan bağlılığını göstermek isteyen birine, "anneni boş ver, sen kılıyor musun ondan haber ver" şeklinde saldıracaklarının açık resmidir. Sosyal demokratların, muhafazakarlığın yükselişte olduğu bu dönemde dinsel uzlaşmalara gitmesinin varacağı yer muhtemelen böyle bir kayaya toslamak olacaktır. Medresenin karanlık ve soğuk odalarında yetişmiş bir nesile, insanların naif dinsel duyguları hiçbir şey ifade etmeyecektir. Bundan dolayı etraftaki muhafazakar rüzgardan etkilenip sosyal demokratların kendi dinsel değerlerinde bir şeyler aramaları ancak kendilerini kandırmak olacaktır. Onlar böyle şeylerden etkilenmezler, kendi çıkarlarına değilse sallayıp giderler, içlerinden bir de küfür ederler. Ya bizdensin ya değil. Tabi bu durum, sosyal demokratların uzlaşmadan vazgeçmesini, baştacı kuranı da bir köşeye kaldırmasını getirir mi, elbette bu da kolay bir şey değildir... 

3 Mayıs 2012 Perşembe

doktorlara uygulanan şiddet

Neoliberal politikaların sonucu olarak insanlar esneklik paylarını kaybetmiştir, psikolojideki anlamının dışında, sınırda yaşamaya mahkûm hale getirilmiştir. Ücretler en düşük düzeydedir, çalışma koşulları en ağır şartlardadır, kazanılmış haklar her geçen gün kaybedilmektedir vs. Bu halde insanların tahammül sınırları, hoş görülü yapısı, alçak gönüllülük gibi özellikleri ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak en ufak bir sorunda tepki vermesi kaçınılmazdır.


Ülkemizde son günlerde doktorlara uygulanan şiddet, öğretmenlerin bıçaklanması ve gündemden düşmeyen kadınların maruz kaldıkları şiddet yukarıdaki olguyla açıklanabilir.



Neoliberal politikaların ikinci bir sonucu devletin küçülmesidir. Burada özelleştirmelerin yanında mevcut devlet kurumlarına da kısıtlamalar getirilmiştir. Bu halde devletin ve ona bağlı devlet memurlarının saygınlığı azalmıştır. Halk, devlet kurumlarındaki memurları kendisinin birer hizmetkârı olarak görürken, siyasiler de bu söylemi destekler. Böyle bir ortamda işlerin sağlıksız yürümesi kaçınılmazdır. Hasta sakinleri doktora yaptığı tedavi için hesap sorar, veliler öğretmenlere verdiği eğitim üzerine baskı yapmaya başlar.

1 Mayıs 2012 Salı

1 Mayıs


Türkiye halkının karakteristiği emekçi oluşudur, ikinci karakteristiği ise yaşam standardının düşük olmasıdır. Yani hem çok çalışır, hem de oldukça zorlu koşullarda yaşar. Bu çelişkili bir durumdur, çünkü çok çalışanın çok kazanması gerekir. Fakat  %15’lere varan işsizlik oranı ile birçok insan düşük ücretlere razı olmak durumundadır. Sosyal güvence ve sendikalaşma sınırlıdır. Gelişmiş bir sanayinin olmayışı ülkeyi fakirliğe mahkûm bırakır. Emperyalizm olgusu bu hali mutlak duruma getirirken, günümüzde başka bir dünyanın varlığına inanılmamaktadır. Fakirlik, tüm sosyal sınıfların standardını aşağı çeker. Orta sınıflar da dâhil olmak üzere, halk ne sanat bilir, ne spor bilir, ne de bilimden haberdardır. Ömrü çalışmakla geçer. Egemen sınıflar dinsel inancı, sol düşünceden arındırılmış halkın egemen ideolojisi haline getirir. Akşamları televizyon dizileri ya da futbol halkı uyutmanın başka başka yollarıdır.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Vezirköprü'de sonradan görmeler


Daha baharın ortasında olmamıza rağmen otomobillerindeki klimayı açma gibi bir huyları var buradaki insanların. Hava güneşli ama burası o kadar da sıcak bir yer değil. Geçen gün buralı bir arkadaşın arabasına bindim, üşüdüm, meğer klima açıkmış, ilk kez çalıştırıyormuş. Başka birininkine bindim, o da aynısı. Aslında Karadeniz’de yazın ortasında bile klima çok gerekli bir şey değil, ama ısrarlar çalıştırıyorlar ve rahatsız oluyor insan.


Buralarda muhafazakâr toplumun sonradan görmeliği ya da desinler’e önem vermesi beklenen bir davranış biçimi olmalı. Kapalı bir toplum olduğu için yaşadıkları, sahip oldukları şeyleri bir şekilde dışa vuruyorlar, rahat değil hiç kimse. Ayların, yılların bastırılmışlığı fırsatını bulduğu anda ortaya çıkıveriyor. Bir taraftan cimrilik, eli sıkılık, yeri geldiği zaman gösteriş düşkünlüğü, savurganlıkla kendini gösteriyor. En lüks otellerde tatil yapma, en pahalı beyaz eşyayı alma, düğün derneklerde harcamaların sonunun olmaması gibi şeylerle kendini gösteriyor kapalı toplumlardaki sonradan görme insanların davranışları.

Bu davranışlar insan ilişkilerine de yansıyor. Herkes bencil, cimri, Anadolu insanının yüce gönüllüğünden pek eser kalmamış içlerinde, kendi çıkarının peşinde yaşıyorlar. Yeri gelince yalan söylüyorlar, konuları abartmaktan çekince duymuyorlar, kesinlikle samimi değiller. Böyle olunca küçük çıkarların etrafında insanlarla ilişkileri gelişiyor ve bir anlamda ilgiye muhtaç hale geliyorlar, bunu da yapabildikleri ölçüde lüks harcamalarla karşılamaya çalışıyorlar. Bu lüksü karşılamak için de çok çalışmaları ve aynı zamanda eli sıkı, bencil olmaları gerekiyor. Sonra para hayatlarının merkezine yerleşip tek geçerli yaşam hedeflerine dönüşüyor. Bu yolda her şey mubah oluyor, gerisi teferruat haline geliyor. Bir kısır döngü içerisinde para için yaşamaya ve sonra da bunu biriktirmede ya da lüks harcamalarda kullanma telaşına düşüyorlar. Buralarda herkesin hayali, taşrada çok para kazanıp birikim yapmak; ilerleyen yıllarda da şehir merkezinde lüks bir yaşama dönme şeklinde. Goethe’nin dediği gibi, insanlar gençliklerinde para için sağlıklarını harcıyorlar; sonra da sağlıkları için paralarını harcayacaklarından haberleri yok belki de.

Benim eski arabama laf ediyorlar; kendilerince yakıştıramıyorlar. Bugün Ankara’dan gelen bir veteriner abimizle konuştum, kendisi hiç motorlu taşıt kullanmadığını söyledi, ata biniyormuş, çok daha zevkli diyor. İşte Ankara’nın zenginleri de böyle, onları da az çok tanıyorum, ne kadar mütevazı olduklarını biliyorum. Oysa bizimkiler için son nokta lüks bir otomobil, oysa dünyada neler var görülecek. Benim için sorun değil eski arabaya binmek, Trabzon’da kimsenin arabası yokken bizim yeni arabamız vardı, babam 12 yaşımda falan öğretmeye başladı araba sürmesini bana, arabaların üzerinde büyüdüm, o yüzden eski bir otomobil kullanmak çok sıkıntılı bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Gayet iyi işimi görüyor, her tarafa da gidiyorum.



Buralarda erkeklerle kızlar ayrı büyütülmüş, bundan dolayı kafaları başka türlü çalışıyor. Erkekler kadın mı gördü, lafı mı geçti; başlıyorlar konuşmaya, anlatıyorlar da anlatıyorlar. Herkes karısını, kızını eve kapatıyor, misafirliklerde bile haremlik selamlık yapıyor. Taşrada erkeklerin birden çok kadınla evli olması devam ettiği gibi, diğer birçok erkeğin de gönlünde böyle bir şey yatıyor, ikinciyi almaktan bahsediyorlar. Bu durum da bir başka görmemişlik oluyor.


Vezirköprü eskiden çok daha iyi bir yermiş. İnsanları çok daha modernmiş. Anlatılanlara göre, Vezirköprü’den ta Ünye’ye pikniğe gelirmiş insanlar, denize girerlermiş, akşama da dönerlermiş. Onlardan kimse kalmadığı da söyleniyor, çoğu büyük şehirlere taşındı. Yeni yetişen nesil malum, eski günleri arar hale getiriyor. Ne ekersen onu biçermişsin, olup olacağımız da kişiliği bozulmuş, toplumsal yozlaşmanın bir sonucu olan sonradan görmelik.



31 Mart 2012 Cumartesi

-Veteriner hekimlerdeki yozlaşmanın kökeni


Veteriner hekimler oldukça zorlu koşullarda çalışıp orta halli bir gelir elde ettiklerinden tamamen bir “küçük burjuva”ya dönüşmüşlerdir. Muayenehaneleri küçük esnafın bütün ticari ilişkilerini içerisinde barındırır. Alacakları, verecekleri vardır; ilacı toptan alıp ucuza getirir, aynı şekilde büyük hayvan sahiplerine vadeli olarak toptan satış yaparlar. Bu şekilde paranın geri dönüşü olduğu zaman iyidir, ama aksi takdirde iş iflasa kadar gidebilir. Fakir köylünün veresiyeleri bir başka alacak kalemini oluşturur.

Bütün esnafların zihnine kazınmış olan müşteri memnuniyeti, güler yüz, sıcaklık ve samimiyet kar-zarar ilişkileri içerisinde veterinerlerde de olmazsa olmaz durumdadır. Ağzı iyi laf yapan burada da kazanır. Çoğunlukla veterinerler arasında yoğun rekabet vardır, tek bir müşterinin bile kaçırılmaması gerekir, gece gündüz demeden hizmet götürülmelidir.


Rekabet fiyatları da aşağıya çeker. “Veteriner Hekimler Odası”nın belirlediği muayene tarifelerinden çok daha düşük paralar alırlar, ilaçlar etiket fiyatlarının çok altında satılır. Bu iki eylem de aslında birer suçtur! Fakat gerek köylülerin fakirliği, gerekse rakip meslektaşlar bu şekil davranmayı zorunlu kılar, kanıksanmıştır. Kontrolsüz ilaç kullanımının sonu yoktur.

 Genelde veterinerlerin çoğu milliyetçi-muhafazakar ideolojiye sahiptirler. Bu durum küçük-burjuvanın sistemle uyum içinde olma isteğinden kaynaklanır. Buna karşılık, eskiden solcu olduğunu söyleyecek kadar da kaypak olabilirler. Köyde çalışan veterinerlerin çoğu orta halli köylülerin dışarıda okuyan çocuklarından oluştuğu için, sağcı düşünce kendilerinde alt yapısal olarak da zaten bulunur. Hepsi meslektaşları Muhsin Yazıcıoğlu’nu, Mehmet Akif Ersoy’u çok sever; ama Muzaffer İlhan Erdost’u tanımaz.

Büyük şehirlerde, evde bakılan hayvanlara yönelik çalışan veterinerler de birer esnaf haline gelmiştir;  fakat onların durumları biraz daha farklıdır. Şehirli zenginlerin birer hizmetkârı konumundadırlar. Hayvanlarını tedavi etmenin yanında sahiplerini de memnun etmelidirler. Hayvanın canını acıtmamalı, teşhisi doğru koymalı, bir yerini kanatmamalıdır vs. Güler yüz, hoş sohbetlik burada da kaçınılmazdır. Hayvan sahiplerinin kaprislerine katlanılması zorunludur, psikolojisi zaten bozuk olan şehirli insanın ne yapacağı belli olmaz. En küçük bir memnuniyetsizlikte internet forumları şikâyetlerle dolar. Tüm bu zorluklarına karşın şehirli veteriner hizmetlerinin karşılığını fazlasıyla alır. 

Sonuç olarak veteriner hekimlerin birer esnafa dönüşmesi, küçük burjuva haline gelmeleri onlardaki yozlaşmanın temelini oluşturmaktadır.

27 Şubat 2012 Pazartesi

-kandırılmaya yatkın olmak

 
Bir şeyin gerçekleşmesi güç olduğunda insanlar kandırılmaya yatkın olur. Her seferinde yeniden, yeniden aldatılır. Yalancı çobanın hikâyesinde anlatılandan farklı olarak defalarca insan aynı yalanlarla kandırılabilir. Her seferinde verilen vaatler karşısında insan umutlanır. Elbette ilk başlarda umut çok büyük olur ama sonradan sıfıra inmez, küçücük de olsa bir umut kalır içinde. Tek çıkar yolu vardır, başka bir imkânı yoktur. Piyango bileti almak ya da şans oyunları oynamak gibidir. Milyonda bir ihtimal bile olsa parasını bu tür çekilişlere yatırır insan. Kazanacağı ikramiye ile tüm hayatı değişecektir. Bir umuttur sadece, başka türlü zaten hayatının değişme olasılığı yoktur. O halde umutların peşinden gitmeye devam eder insan. Bundan dolayı yalnızca eğitimsiz, saf,  köyünde bir başına yaşayan, cahil vb. insanlar değil; hayatın sillesinden geçmiş, çok görmüş çok geçirmiş insanlar bile verilen vaatler karşısında tepkisiz kalamaz. 7 Kocalı Hürmüz bir bakışıyla bütün erkekleri elinde tutabilir. Toplumsal yozlaşmanın bir sonucu olarak umut tacirleri artar, insanlara umut dağıtmak sıradanlaşır. Söz namustur, verilen sözde durmak gerekir; ama elbette böyle kaygıları olmayan insanlar vaatler vermekten çekinmezler. Erkekler Ahmetçiğim, Mehmetçiğim derken kadınlar canım, hayatım diye hitap eder vaatler verirken, burada karşındakini küçültme ve sonrasında sahiplenme vardır. Gerçekten bu sözlerle daha da çaresiz bir duruma düşürülür.

19 Şubat 2012 Pazar

-sol partilerin başarısızlığı





Sermaye birikimi kapitalizmin temelini oluşturan unsurlardan biridir. Doğal olarak bu unsura karşı uygulanacak politikalar sistemin işleyişini aksatacaktır. Örneğin genel olarak söylersek, sosyal demokrat politikalar halkın gelir seviyesini arttıracak, sosyal haklarını genişletecek, refah seviyesini yükseltecektir vs. Ancak bu uygulamalar sermaye birikimi kuralına ters düşer. İşte bu durum emekçi kesimlerin “sağ” partileri desteklemelerinin iktisadi temelini oluşturur. Sol ya da sosyal demokrat partilerin halk lehine yapacakları düzenlemelerin tüm sistemi allak bullak edeceğine inanılır, eşitsizliğin gerekli olduğu düşünülür. Kitleler kendi çıkarlarının büyük sermayedarlarla örtüştüğü kanısındadır. Yönetim büyük burjuvazi ve onun bağlı olduğu uluslararası emperyalist sistemin elindedir. Sol hareketin buna karşı halka sunabileceği bir pratik yoktur, ancak gelecek güzel günler için daha çok acı ve gözyaşı sunabilir. Halk ise bu duyguyu doğduğu günden beri yeterince yaşamaktadır, bu vaatleri kabul etmez, maceraya atılmaz, kör topal geçinip gitmeyi yeğler. Elbette bu seçimin sonuçları yıkıcı olacaktır; ancak yıkım bir yana, krizlerden fırsat çıkarma umudu da vardır her zaman.

27 Ocak 2012 Cuma

kardeşim Lopatin

— Az kalsın unutuyordum. Karın gelmiş, telefon et eve.

Lopatin evinin numarasını çevirir çevirmez Gelya'nın hırıltılı kalın sesi çarptı kulağına:

— Alo kimsiniz?

— Merhaba Gelya, Kseniya evde mi?

— Şimdi çağırırım. Yoldan yeni geldiği için saçlarını yıkıyordu.

Karısının sesini işitene değin, telefon kulağında en azından üç dakika bekledi Lopatin.

— Nerelerde kaldın, çabuk gel eve!

Kseniya'nın bunu işveli sesiyle öyle bir söyleyişi vardı ki, sanki kocası mağazaya diye çıkmıştı da dönmekte gecikmişti.

— Hemen geliyorum! diyerek içini çekti Lopatin. Karısının konuşma tarzı onu ne denli çileden çıkarırsa çıkarsın, yumuşak sesini işitince onu bir an önce görme isteği sardı benliğini.



Her yol kavşağında fenerli devriyelerin durdurduğu bir arabayla gece yarısı evine doğru yol alırken, Lopatin, aile yaşamının çoktandır süregelen karmakarışıklığını düşünüyordu. İlk bombardımandan sonra, temmuzda, şehir boşaltılmaya başlandığı sırada karısının da kentten ayrılması aralarındaki yabancılaşmayı iyice su yüzüne çıkarmıştı. Bu uzaklaşmanın onları bütünüyle ayırdığına, durumu artık karısının da kavradığına inanıyordu. Çünkü gitti gideli Kseniya tek mektup yazmamıştı. Ama her nedense gene dönmüştü işte. Lopatin, karısının saçını yıkadığını öğrenmesi üzerine bir de onun tanıdık sesini işitince akıntıya kapılan bir kütük gibi ona doğru sürüklendiğini anladı.

Genç, güzel, ama aptal bir kadınla onun gibi yaşlı, çirkin, ama akıllı bir adam ne yapabilirdi? Aslına bakılırsa onunla evlenmekle kalmayıp, üstelik on beş yıl bir arada yaşadığına göre gerçekte kendisinin aptal olması gerekiyordu.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Lefter ve Denktaş

Lefter Küçükandonyadis ve Rauf Denktaş aynı saatlerde hayatını kaybetti, biri Yunanlılarla Türkleri birleştiren, ötekiyse ayrıştıran bir isimdi. Denktaş büyük bir devlet adamıydı, Rumların ardından söyledikleri gibi inatçıydı, müzakereciydi, siyasi davasını zekice savunurdu. Lefter Türkiye'de çok seviliyordu, böyle bir ismin varlığı Türklerle Yunanlıların bir arada kardeşçe yaşayabileceğine dair önemli bir semboldü. Ülkemizde yıllarca ayrılık tohumları ekilmişken ve güncel olarak yıllardır bir Kürt sorunu yaşanırken böylesine bir ismin varlığı bütün bilinenleri tersine çevirecek bir örnekti. Demek ki bütün bu milliyetçi söylemler yanlıştı, Türk'ün Türk'ten başka dostu vardı. Ermeniler, Rumlar ve Kürtler kendi kimliklerini koruyarak bu ülkeye zenginlik katabilirdi. 

Ama olmadı, elbette bu çatışmalar nedensiz değildi. Türklerle Yunanlılar birçok kez karşı karşıya gelmişti. Tarihi, Türklerin Anadolu'ya geçişi ve sonrasında Bizans'ı fethetmelerine kadar geri götürebiliriz. Bu süreçten sonra Yunanlılar 19. yüzyıldaki milliyetçi akımlardan etkilenip 1821 ayaklanmasının ardından, Navarin baskını ve sonrasındaki Rus savaşı sonucunda imzalanan 1829 Edirne Anlaşmasıyla bağımsızlığını kazandı. Balkan savaşlarıyla yine karşı karşıya geldi bu iki millet ve Yunanlıların Anadolu'yu işgalleri sonucu Türkler kurtuluş savaşı verdi. 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşmasında, nüfus mübadelesi maddesi silahlar olmadan büyük bir trajedi yaşattı bu iki halka. Yunanistan'da Türk, Anadolu'da Rum varlığı ortadan kaldırıldı. Bu bile yetmedi, 6-7 Eylül olayları ile bir başka kıyım daha yaşandı ve ardından Kıbrıs'taki çatışmalar Türk ordusunun adaya müdahalesini getirdi. Bunun ardından medyatik Kardak kayalıkları krizi ve sonrasında Kıbrıs sorunuyla ilgili Annan Planı Türk Yunan ilişkilerinde önemli noktalar oldu. 

Rum gazeteleri Rauf Denktaş'ın Yunanca konuşarak öldüğünü yazdı(*), belki Lefter de Türkçe konuşarak ölmüştü. 


(Fenerbahçeli Lefter ve Galatasaraylı Metin Oktay)


         (*) Denktaş'ın kızı Ender Vangöl babasının solunum cihazına bağlanmadan önce Kıbrıs sorunu ve Dimitris Hristofyas hakkında Yunanca konuştuğunu aktarmıştır.