20 Aralık 2011 Salı

Şafak Sezer filmleri



Şafak Sezer lümpen burjuvazinin komedisini yapmaktadır. Bu yönüyle bir anlamda Kurtlar Vadisi'nin komedisi olduğu söylenebilir. Üretip zengin olmanın mümkün olmadığı bir ülkede ancak soygunculukla zengin olunabilir. Örneğin çalışkan, yaratıcı, hırslı, mütevazi gibi özellikleri bulunan Alman fabrikatörlerinin karşısında Türkiye'de mafya ve onunla bağlantılı müteahhitler, galericiler vb. vardır. Almanya'dakiler özel zevkleriyle birlikte bir burjuva kültürüne sahipken, Türkiye'dekiler henüz feodal adetlerden arınmamış, cimri, çoğunlukla sonradan görme ve cahildir.  Almanya'da güven ve süreklilik önemli iken Türkiye'de kurnazlık, krizleri fırsata dönüştürme, yağma, kısa yoldan köşeyi dönebilmek tek çıkar yoldur.



Böyle bir ortamın dili elbette küfürlü olacaktır ve erkek egemendir. Kadınlar ev kadınıdır, metresler ise şarkıcı. İnsanlar birbirine "abi" veya "usta" diye hitap eder. Bir ölüm kalım savaşının içinde gibidirler, kimsenin çok akıllı olmaya ihtiyacı yoktur, ihtiyaç olunan "kabadayılık" gibi bir şeydir. Biraz da şans olursa zenginliği tadabilir bu insanlar. Biat kültürü egemendir. Ülkedeki siyasi ortamlardan, futboldan, hemşericilik ilişkilerinden rant kapma yarışındadırlar.


İşin komedi kısmına geri dönersek, elbette böyle bir çarpıklıktan komediye büyük bir malzeme çıkması beklenir. Fakir insanın cahil olması normal karşılanacakken, zenginlerin sonradan görmeliği elbette gülünç olmaktadır. Mafya ve kabadayılık raconları kolay yoldan zengin olma hayalleriyle komediye dönüşmektedir.


Kemal Sunal sinemasında da mafyayla, küfürle,  kolay zengin olmayla günümüz Şafak Sezer komedilerine benzer bir ortamın bulunduğu söylenebilir. Ama arada fark vardır. Öncelikle lümpen burjuvazi dediğimiz mafya babaları Kemal Sunal filmlerinde birer yan karakterken Şafak Sezer'de hikayenin merkezinde yer almaktadır. Kemal Sunal bir halk kahramanıdır, halkın dramı da perdeye yansıtılır; oysa Şafak Sezer kişisel çıkarları peşinden koşup yırtmaya çalışan biridir, halktan insanlar ise cahil, cüheladır. Yine de her şeye rağmen bugünkü filmler bir açıdan günümüz Türkiye'sinin resmini sunmaktadır. Ne de olsa televizyon'da "ben söyledim olacak" diyip gündeme oturan müteahhitler de film değil gerçektir.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Yusuf üçlemesi

Bülent Ortaçgil dinleyip kendini farklı hissedenlerin yanında bir de gerçekten farklı görünmeye muhtaç insanlar vardır. Bunlar günümüzde Ortaçağdan kalma bir ideolojik dünya görüşüne sahipken, aynı zamanda yaşadığımız çağda egemen bir konumdadırlar. Ortaçağın sunduğu olanaklar sınırlıyken bu insanlar neredeyse sınırsız olanaklara sahiptirler. Bunun yanında bir köyde, dağda ya da küçük bir ilçede dünyadan bi haber yaşamamaktadırlar, büyük şehirdedirler, ilericiliğin sembolü batıyı tanımaktadırlar, yaşanılan çağı tüm olarak görebilmekte ve imkanlarından faydalanabilmektedirler. Fakat aynı zamanda tüm bunlara zıt bir ideolojiye de sahiptirler. Varoluş nedenleri olduğu için elbette bu ideolojiden kurtulmaları mümkün değildir, fakat bunu saf bir şekilde yaşamaları da olanaksız durumdadır. O halde sahip olunan dünya görüşünün sınırları çerçevesinde batılı ya da modern yaşam tarzı monte edilmiş bir yaşam süreceklerdir.


Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf üçlemesi yukarıda anlatılan olguya bir örnektir. Kutsal kitaplardan alınan Hz. Yusuf'un hikayesinden yola çıkılarak sembollerle bezeli bir senaryoyla film çekilmiştir. Filmde ne anlatıldığı belli değildir, ama yukarıda bahsedilen dünya görüşünün entelektüel filmlere ihtiyacı vardır. Böylece batının festivallerinde kendilerine yer bulabileceklerdir. Bunu yaparken kendilerinden ve evrensel bir değerden yararlanmışlardır:  Hz. Yusuf'un destansı hayat hikayesinden. Hikaye çok güçlüdür, ama elbette bunu saf bir şekilde anlatmak batının festivallerinde değil ancak Ramazan Programlarında kendine yer bulacak tarzda olurdu. Onun yerine daha sanatsal (?) bir dil kullanılması uygun bulunmuştur. Semboller, daha durgun bir ilerleyiş, kamera oyunları vs. Bunun yanında filmde kıyısından köşesinden güncel sorunlara değinilerek konuya toplumsal bir hava da katılmıştır. Köyden kente göç sorunu, yaşam mücadelesi, dul bir kadının hayatı vs. Tüm bunlara rağmen sonucun pek parlak olduğu söylenemez, vasat bir film çıkmış ortaya ama daha iyisi de beklenemezdi.

19 Kasım 2011 Cumartesi

AB sözlüğü

Burada yazılanları, Avrupa Birliği ile ilgili bazı kavramların ele alındığı bir sözlük denemesi olarak adlandırabiliriz. Bu denememiz büyük oranda Guglielmo Carchedi'nin "Başka Bir Avrupa İçin" isimli kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

Avrupa Birliğinde Demokrasi Eleştirisi:  Avrupa Parlamentosunun(seçilmişler) bir danışma organı konumunda olup yürütmenin esas olarak Avrupa Komisyonu(atanmışlar) tarafından yapılmasını ifade eder. Kimi stratejik ve ekonomik konular haricinde Parlamento kararlarının bağlayıcı niteliği yoktur. En basit şekliyle, Komisyon yasa tasarılarını hazırlar, Konsey ise kabul ya da reddeder.

Avrupa Birliği Marşı: Büyük müzisyen Ludwig van Beethoven'ın 9. senfonisinin son  bölümü Avrupa Marşı olarak kabul edilmiştir. Eser Schiller'in Neşe'ye Övgü şiirinden esinlenerek yazılmıştır.

Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası: Avrupa'nın büyük sanayi ve sermayesini temsil eden 1983'te kurulmuş bir oluşumdur. AB içindeki en önemli lobilerden bir tanesidir, yaklaşık on adet çalışma grubuna sahiptir, neoliberal politikaların kurumsallaştırılmasının arkasındaki güçtür. Her türlü komplo teorisinin ötesinde, AB'nin kapitalist yapısı dikkate alındığında Birliğin bu şirketlerin güdümünde olmasının gayet doğal olduğu görülecektir. Aynı şekilde sendikalara da birkaç göstermelik rol verilmesi de hayretle karşılanmamalıdır.

Doğu Ortaklığı: AB'nin Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Moldova ile  7 Mayıs 2009 Prag zirvesiyle gerçekleştirdiği bir dizi anlaşmadır. AB'nin etki alanını bölgeye geliştirme ve muhtemelen enerji alanında işbirliği yapılması planları bulunmaktadır. Bu ülkeler için çeşitli yardımlar ve ünlü reform paketleri düşünülse de "tam üyelik" yakın zaman için gündemde yoktur.

ECU: 1979 yılında kullanılmaya başlamış Avrupa Para Birimidir, 1999 yılında yerini Avro'ya bırakmıştır. Yalnız ECU, Avro gibi gerçek bir para değil, merkez bankaları arasında ödeme yükümlülüklerini ifa etmekte kullanılan bir hesap birimi niteliğindeydi. Merkez bankaları ellerindeki ECU miktarını altın ve dolar rezervleriyle değiş tokuş yapabiliyordu. Bu durum ABD ekonomisinin AB üzerindeki üstünlüğünü vurgular. Bundan dolayı Avro'ya geçiş, aynı zamanda ABD dolarına bir meydan okuma niteliğindedir.

Farklı Gelişmişlik Düzeyi: AB için belki en önemli sorun üye ülkelerin farklı gelişmişlik düzeylerinde bulunmasıdır. Buna göre, birlik içinde alınan bir kararın üye ülkelerde sonuçları farklı olabilmektedir.
Günümüzde bu farklılık düzeyinin çözümünü AB'nin ABD gibi bir federal yapıya kavuşması olarak gören düşünceler yoğunluktadır. Buna göre Ulus devletler AB'nin bir federatif yapı kurmasına engel olurken, federatif yapının olmayışı birlik içinde karar alma mekanizmasında aksaklıklara neden olmaktadır. Örneğin şu günlerde krizde olan Yunan ekonomisini Birlik kolaylıkla ekonomik yardımlarla kurtarabilirdi. (Zaten çok küçük Yunan Ekonomisini kurtarmak birliğe ciddi bir sarsıntıya neden olmazdı) Federatif yönelimler her şeyden önce Birlik içindeki demokratik yapıyı sarsıntıya uğratırken, bu yöndeki adımlarla büyük devletlerin çıkarları daha çok temsil edilir olacaktır.
Farklı gelişmişlik düzeyindeki ulus devletler Avrupa Birliğinin önündeki en büyük açmazdır ve bu durum bir eşitlenmeye doğru kesinlikle gitmeyeceğinden Birliğin her an yeni sorunlara gebe olduğu açıktır ve ileride bir dağılmanın gerçekleşmesi dahi şaşırtıcı olmayacaktır. Şu andaki kriz içerisinde Yunanistan'ın Euro bölgesinden çıkma (ya da güçlü Almanya'nın Mark'a geri dönmesi) fikirlerinin ortada dolaşması bu durumun bir ispatı niteliğindedir. 

İngiltere'nin Üyeliği: İkinci Dünya savaşının ardından İngiltere bir dünya gücü olarak oynadığı rolü sürdürebileceğine inanıyordu. Buna bağlı olarak AET 1958 yılında İngiltere olmadan kuruldu. Sonraki gelişmeler İngiltere'nin aleyhine işledi. İngiliz ihracatı sömürge Commonwealth ülkelerinden Batı Avrupa'ya kaydı, İngiliz sanayisi birleşip güçlenen Avrupa firmalarıyla rekabet edemeyeceğini gördü. Sterlin uluslararası para olma özelliğini yitirdi, İngiliz mali gücü sarsıldı. 1961'de müzakerelere başlanmasına rağmen yine de İngiltere'nin üyeliği ancak 1973 yılında gerçekleşebilmiştir.

Maastricht Anlaşması: 1992 yılında imzalanan bu anlaşmayla Avrupa Topluluğu Avrupa Birliği adını almıştır.
Doksanların başında Avrupa'da büyük değişimler olmuş, Sovyetler Birliği dağılmış ve iki Almanya Ekim 1990'da birleşmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri AB'ye üye olurken büyük devletler onlar üzerinde politik üstünlük kurmayı planlıyordu. Bunun için yapılan kimi değişikliklerde(bazı konularda oybirliğinden nitelikli çoğunluğa geçiş gibi) resmi gerekçe "hantallığı" azaltmaktı. Fransa birleşmiş Almanya'nın gücünden ürküyordu. Genişleme, Almanya'nın bu güçlenmesini sınırlayacaktı.

Maastricht Kriterleri: Maastricht kriterleri, AB ülkeleri için bir dizi sıkı mali kuralları barındırır. Bu kriterlerin pratikte uygulanabilirliği pek tartışmalıdır. Hele Birlik içinde bir dizi küçük ekonomi düşünüldüğünde gerçekleşmeden çok uzak olduğu görülecektir. Kriterler şu şekildedir: 
  • Toplulukta en düşük enflasyona sahip (en iyi performans gösteren) üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile, ilgili üye ülke enflasyon oranı arasındaki fark 1,5 puanı geçmemelidir. 
  • Üye ülke devlet borçlarının GSYİH’sına oranı %60’ı geçmemelidir. 
  • Üye ülke bütçe açığının GSYİH’sına oranı %3’ü geçmemelidir.
  • Herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun vadeli faiz oranları 12 aylık dönem itibariyle, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmayacaktır.
  • Son 2 yıl itibariyle üye ülke parası diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmiş olmamalıdır.
Nice Anlaşması: Başlangıçta 6 üye ile kurulan Avrupa Birliği 2004'te çoğu Doğu Avrupa'dan 10 ülkenin katılımıyla  25 üye sayısına ulaşacaktı. Buna göre yeni düzenlemelerin yapılması, güç dağılımının yeniden belirlenmesi gerekiyordu. Bu amaçla Aralık 2000'de Nice şehrinde yapılan Avrupa Zirvesinde alınan kararlar, 26 Şubat 2001'de imzalandıktan sonra 1 Şubat 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 2001'de yapılan referandumda İrlanda Halkının anlaşmaya Hayır demesi, AB kaynaklarının yeni katılacak ülkelere akmasından doğan çekince ile açıklanır. Buna karşılık Birliğe yeni gelecek ülkelerin zenginliklerinden tüm AB vatandaşlarının yararlanacağı söylemi sonunda İrlandalıları ikna etmiş olacak ki, yapılan ikinci referandumda anlaşma İrlandalılar tarafından kabul edilmiştir. Yine de benzer kaygılarla 2005'te Fransa ve Hollanda anayasayı referandumda reddetmiştir. 

Anlaşmada, 20 üyeli Avrupa Komisyon'unda, 5 büyük ülkenin (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya) ikişer oy hakkı bulunuyordu. Bu ülkeler birer oy hakkından vazgeçti ve Komisyon'daki üye sayısı 25'e çıkarıldı. Bundan sonra yeni ülkeler AB'ye katılsa bile komisyondaki üye sayısı değişmeyecek -25'le sınırlanacak- ve komisyon üyeleri rotasyon yoluyla oluşturulacaktı. Parlamentoya baktığımızda ise, 1 Ocak 2005'ten geçerli olmak üzere parlamenter sayısının 626'dan 732'ye çıkarıldığını ve bu sayının ülkelere dağılımında değişikliklerin yapıldığını görürüz. Esas karar alma organı olan Konsey'de de benzer değişikliklere gidilmiş, oybirliği yerine salt çoğunluk uygulamaları genişletilmiştir.

Tek Avrupa Senedi: AB Ülkeleri 1970-80 arasındaki ekonomik durgunluğu klasik keynesyen yöntemlerle(sübvansiyonlar, özel zararların kamulaştırılması, kamu ihaleleri) aşmaya çalışmışlardı. Bu süreç Topluluk tarafından hemen hemen hiç kontrol edilemedi. 1987 yılında yürürlüğe giren TAS, ekonomik anlamda bu süreçte yaşanan sklerozu gidermeye yöneliktir. Nitekim 5 yıl sonra yürürlüğe girecek Maastricht kriterleri sıkı bir mali disiplini içerir.

31 Ekim 2011 Pazartesi

memur zihniyeti

Bizim ailede memur zihniyeti hakimdi. Buradaki "memur zihniyeti" kavramını olumsuz anlamda kullanmıyorum, hatta olumlu bir anlamda kullanıyorum, anlatmak istediğim dürüstlük, çalışkanlık, düzen, kalıcılık gibi kavramlardır. Fakat bu zihniyete sahip olmak günümüzde sorun arz etmektedir. Babam devlet memuruydu, annem de devlet bankasında çalışıyordu, o da memurdu; anne tarafımda çoğu akrabamız yine devlet memuruydu. Böyle bir ortamda bize öğretilen hep bu memur zihniyetiydi: düzenli okuluna git, dersine çalış, ahlaklı ol, kimseye sataşma, yalan söyleme, dürüst ol, sonra işe girince işine düzenli git, aylık maaşın olsun, yerin yurdun, evin belli olsun vs. 



Oysa üretimde anarşi hakim. Dürüst olan kazanmıyor, çalışan kazanmıyor. Başarılı olmak istiyorsan düzenli bir hayatı boş vereceksin, her yere atlayacaksın, günü kurtarmaya bakacaksın, bir işten çıkıp öteki işe gireceksin, yalan söylemeyi öğreneceksin, bunu zeki bir biçimde yapacaksın, dürüst olmayacaksın, bazen kendini acındıracaksın, bazen birilerini pohpohlayacaksın, utanma duygun pek olmayacak, kötü durumlara düşmekten çekinmeyeceksin, cesur olacaksın ama menfaatlerin konusunda kaygıların tavan yapacak vs.

Neredeyse bildiklerinin tam tersini uygulayacaksın... Örneğin eğitim yuvası diye üniversiteye giderdim, dersleri kaçırmamaya çalışırdım, aman bir kelimesini kaçırmayayım, iyi öğreneyim, sonra bir daha öğrenemem gibi düşüncelerim vardı. Oysa ki öğrenme yeri üniversite değil, sahaya çıkmak gerekiyor, pratik dünyanın içinde olmak gerekiyor. Üniversite öğrencisine her türlü eğitim olanağını (pratik dahil) sunması gerekir diye düşünüyordum, ama bu yanlış bir düşünceydi (en azından günümüz için yanlış). Yani derslere gireceğine sokağa çık, hatta meslektaşlarınla kahvede otur, oyun oyna, muhabbet et, hem çevren olur, hem daha çok şey öğrenirsin.



Bu çağda bu memur zihniyetiyle hayatı idame ettirmek çok zor; fakat böylesine anarşik bir ortamda da insan ancak bir kaosun içinde bulur kendini, elde edeceği tek şey de psikolojik bunalımdır. Böyle bir hayat sürdürülemez. 

30 Ekim 2011 Pazar

İktisat notları

Aşağıda yazılanlar Bağımsız Sosyal Bilimciler'in "Türkiye'de ve Dünyada Ekonomik Bunalım, 2008-2009" kitabından derlenerek hazırlanmıştır: 


1970'li yılların sonuna doğru dünyada liberal politikalar tekrar uygulamaya girdi. Keynesgil iktisat, sermayenin ihtiyaç duyduğu genişlemeye engel teşkil ediyordu. İhtiyaç duyulan sermaye, serbest piyasa uygulamaları adı altında, emekçi kesimler tarafından finanse edilecekti. Bu amaçla kazanılmış haklar geri alınırken, reel ücretlerde düşüşler yaşandı.


 1980'lerden sonra başka önemli gelişmeler daha gerçekleşti, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla yeni pazarlar ortaya çıkarken, dünya meta üretimi Çin ve Hindistan gibi ülkelere kaydı. Böylece üretim maliyetleri düştü, metalar ucuzladı, bollaştı ve çeşitlendi. Liberal politikalarla halk kesimlerinin reel gelirleri azalırken bu bolluk karşısında yaşam standardı yükseldi, bundan dolayı emek karşıtı düzenlemelere tepki gösterilmedi. Aynı şekilde halk kesimleri fakirleşirken zenginler daha da zengin oluyordu, Türkiye'deki lüks tüketimin kaynağı da esasen buydu. Bu politikalarla birlikte finans piyasaları gelişme gösterirken spekülatif karlar da arttı. Bu durumun yarattığı finansal şişkinlik istikrarsızlık, başıboşluk ve anarşi yarattı. 1970'lerde Bretton Woods sisteminin terk edilmesi, pasa basarak sorunları çözüme kavuşturmanın önünü açtı. Çalışanlar için iş güvencesi ve sürekli bir işte çalışma durumu ortadan kalktı. Artık sürekli iş değişiklikleri genel bir nitelik halini aldı.


Kitlelerin gelirlerinde düşüş, aynı zamanda bir talep kaynağı olduklarından, kapitalist ekonomi için bir sorun teşkil ediyordu. Bu durum için de kredilerle (başta kredi kartları) çözüme kavuşturulmaya gidildi. Borç çılgınlığı ile birlikte gelirleri düşen emekçi sınıf tüketim düzeylerini koruyabildiler.Bu elbette kısa vadeli bir çözümdü, ama esas olarak bir çözümsüzlüktü. Sonradan bu sanal dünyada tehlike çanları çalmaya başladı. 2008 kriziyle patlak verdi, kredi kartı limitleri doldu, borçlar ödenemez hale geldi. Domino taşı gibi ekonomi yıkıldı. 




Yakın gelecekte neoliberal politikalardan geriye dönüş muhtemelen yaşanmayacaktır. Borçların silinmesi karşılığında yeni tavizler elde edilirken Arap Baharı gibi kanlı darbelerle emperyalizm pazar ihtiyacını karşılamaya devam edecektir. Borçların sıfırlanmasıyla yeni kredilerle tekrar tüketim yapması istenecektir halktan ve çevrim devam edecektir. Japonya örneği ilginçtir, 1990'lar boyunca sürekli bir durgunluk yaşayan Japon ekonomisi bugün dahi toparlanamamıştır. 2008 yılında ABD'deki banka kurtarma operasyonlarında görüldüğü gibi, günümüzde krizlere büyük bir müdahale olanağı vardır. Günü kurtarma şeklinde yürütülecek bu uygulamalarla -Japonya'daki gibi- var olan ekonomik sorunlar on yıllara yayılabilir. Bu on yıllar içerisinde kitleler yaşayarak bazı şeyleri öğrenecektir. Öyle bir dönem gelecektir ki, bedava verilse dahi kredi kartı almayacaklardır belki de.

2 Ekim 2011 Pazar

Dizilerin varsıllığı

Türkiye'de diziler televizyon kanallarına damgasını vurmuş hale geldi. Artık günün en çok televizyon izlenen saatlerinde, ana haber bültenlerinden sonra tüm ulusal kanallarda diziler yayınlanıyor, hatta başka bir program bulmak mümkün değil. Halkımız bu dizileri ilgiyle izliyor, moda deyişle ekrana kilitleniyor, dizilerin tekrarları bile yüksek reytingler alıyor. Dışarıya da ihraç ediyoruz bu dizileri, Arap ülkelerinde ve Balkanlarda dizilerimiz yayınlanıyor.

Bu dizilerin tamamına yakınında, hayat bu kadar kolay mı dedirtircesine, bir zenginle fakir aşkı ya da sınıf atlayıp zengin olan kişileri görmekteyiz. Hem aşk, hem zenginlik, yakışıklı erkekler ve güzel kadınların eşliğinde insanların hayallerini süslüyor. Akşam vakitlerinde, günde birkaç saatliğine kendilerini bu insanların yerine koyuyorlar. Yaşamın gerçekliği içinde çaresizken hayallerle avunuyorlar ya da avunduruluyorlar.  



Elbette bu hikâyeler pek de yeni bir şey sayılmaz. Geçmişte benzer öyküleri daha naif bir tarzda Yeşilçam'da da görürüz. Bir köylü kızı vardır, zengin bir adamla aşk yaşar, fakat ayrılırlar. Sonra ya kıza miras kalır, ya biri elinden tutar ya şarkıcı olur; zenginliği yakalayınca eğitim alır, giyimi, kuşamı, görgü kurallarını öğrenir ve eski sevgilisinin karşına hesaplaşmaya çıkar ve çoğunlukla tekrar birleşip mutlu olurlar. Aynı şekilde, ama daha bir kaba olarak arabesk şarkıcıların böyle filmleri bulunur. "Fakir ama onurlu" bir genç vardır, taksi şoförüdür, inşaat işçisidir, ameledir yine zengin bir kızı sever ama birlikte olamazlar; sonradan bu genç keşfedilir, şöhreti yakalar ve yine bu üst tabakadan kızın karşısına çıkar.

Zenginleşmeye duyulan bu ilgi, muhtemelen kitlelerin fakirliğinden ve buna bağlı olarak kendi durumlarından rahatsız olmalarından meydana gelmektedir. Büyük bir kesim çok zor koşullarda yaşamaktadır ve durumu iyi olanların nasıl rahat bir yaşam sürdüğünü görmektedir. İçinde bulunduğu sorunların çözümü zenginleşmekten gelir ve zengin olmanın da tek yolu ya şarkıcı olmak ya da zengin biriyle evlenmekle mümkündür. Bir insanın çalışarak, üniversiteler bitirerek zengin olmasına olanak yoktur. Örneğin Almanya gibi ülkelerde bir insan çalışarak zengin olur, üniversite bitirdi mi zaten bir üst sınıfta yerini almıştır; ama bizde öyle değildir. Ayrıca bu ülkelerde alt sınıflardan olanlar bile belirli bir yaşam standardına sahiptir. Fabrikadaki bir işçinin bile düzenli çalışırsa evi, arabası olur, tatil yapabilir; temel yaşam şartları iyileştirilmiştir, bundan dolayı kısmen hayatından memnundur, çok fazla bir arayış içinde değildir. Ama bizim insanımızın beklentileri hayaller halini alır…


 Buradan tekrar dizilere dönersek konuların ne kadar çarpıtıldığını görürüz. Bu açıdan 2 yıl önce biten, son derece popüler olmuş Yaprak Dökümü dizisi çok tipiktir. Bu eserin orijinal hikâyesini bilmekteyiz, İstanbul'a yerleşen bir ailenin dramı anlatılır, aile büyük felaketler geçirir ve yok olur. Çok ahlaklı bir insan olan kaymakam Ali Rıza beyin tüm çabalarına karşın ailesini kurtaramamasını ve mahvoluşunu görürüz. 2006 yılında yapılan dizide ise bu ana öykü üzerine çeşitli eklemeler vardır ve konu bu şekilde genişletilir, uzatılır. Yine aile yok olur, kızlar istenmeyen evlilikler yapar, evin tek oğlu kumar oynar hapse girer, Ali Rıza bey borçlar içine girer vs… Fakat bir de görürüz ki kızlardan biri zengin olmuş, kocası ölüp mirası ona kalır. Öteki hayırsız kızın da kocası zengin olur. Hapisten çıkan oğlan müteahhitlik yapmaya başlar, komisyonculuğa girer. Boşadığı karısı Ferhunde de zengin olur, çeşitli işler yapar. Evde kalmış büyük kız kötü bir evlilik yapmıştır, evden kaçmak için çocuklu dul bir adamla evlenir; ama o da, ne adam melek gibi biri çıkar.. 

Şimdi 2011 yılı itibariyle ulusal kanallarımızda yayınlanan dizileri tek tek ele alıp buradaki sınıf atlama hikâyelerine kısaca bakalım, ilk başta dediğimiz gibi yayınlanan dizilerin tamamına yakınında bu konu işlenmektedir:

KANAL-D

1. Öyle Bir Geçer Zaman ki: Evin oğlu şarkıcı olup şöhreti yakalamış, anne çok iyi kalpli balıkçı bir adamla ikinci evliliğini yapmış, meğer balıkçılık yapan bu adam çok zenginmiş, eski kocası tarafından vurulunca kadına miras kalmış, ama kadın eski tarz yaşamına devam ediyormuş; açlık ve soğuktan korunarak (aferin ona). Evin diğer kızı zengin ama sakat biriyle evlenmiş, kocasının günleri sayılıymış; ama sakat çocuğun yakışıklı bir abisi varmış, kız onunla yasak aşk yaşıyormuş vs.


2. Kuzey Güney: Evin İTÜ'de okuyan kara kaşlı, kara gözlü yakışıklı oğluna sınıftan arkadaşı şımarık, sarışın zengin bir kız âşık olmuştur. Ne olursa olsun onunla evlenmek istemektedir. Fakat bu oğlan komşuları, garsonluk yapan bir kızla nişanlıdır. İşin ilginç tarafı zengin kızın üvey erkek kardeşi de (doğal olarak bu kardeş de zengin) bu garson kıza ilgi duymaktadır.

3. Bir çocuk sevdim: Evin kızı, varlıklı bir ailenin erkek çocuğuyla nasılsa tanışmış ve aşk yaşamıştır, hatta ondan hamile kalmıştır. Fakat oğlanın babası bu aşka karşı çıkar, kızın babası da mahvolur. Babaya yardım elini patronu uzatır, böyle iyi kalpli bir galeri sahibidir kendisi.

ATV

1. Tövbeler Tövbesi
Garipler Mahallesi’nde ailesiyle yaşayan garson Mahir, çalıştığı gece kulübünden bir müşterinin kafasında şişe kırdığı için kovulur. Bir tesadüf eseri, gelinlikler içinde uçurumdan kendini atmaya kalkan bir kızı kurtarır. Kurtardığı kız, onu kovan patronunun kızı Pelin’dir.. Pelin neredeyse takıntı haline getirdiği bir aşkla Mahir’i sevmeye başlar. Ama Mahir mahalleden Fidan’la nişanlıdır ve nişanlısını da çok sevmektedir. Mahir şimdi çetin bir imtihanla karşı karşıyadır; ya sevdiği ve nişanlı olduğu Fidan’la evlenecek, ya da kaderinin ona çizdiği yoldan gidip zenginliği ve Pelini tercih edecektir. (tanıtımdan)
2. Yahşi Cazibe
Bir komedi dizisi olsa bile burada da patronun kızı başrol oyuncusu oğlanı sevmektedir. Oysa adam evlidir, büyük bir aşkla Azeri Cazibesini sevmektedir; ama işinden kovulmamak için bu oyuna devam ederler.

SHOW TV

1.  Adını Feriha Koydum

Bir kapıcı kızının zenginlerin dünyasındaki macerasını anlatılır. Önce burslu olarak özel bir üniversiteye gider, orada 'Gecelerin Veliahtı' lakaplı bir züppeyle aşk yaşar. Feriha, kendini onlara varsıl bir ailenin kızı olarak tanıtır ve yalanından dönemez.




2. Muhteşem Yüzyıl
Burada her şey mükemmeldir zaten. Bir tarafta cihan padişahı vardır, dünyanın en büyük devletinin başındadır, yedi düvele sözünü geçirmektedir. Saray, harem, mücevherlerle ucu sonu olmayan bir dünyadır. Burada da köle olarak hareme getirilen Hürrem adlı kötü kalpli bir kızın sarayı ele geçirmesi anlatılır. 

STAR TV

1. Firar
Mardin’in en güçlü ve zengin aşiretlerinden biri olan Bahtiyan’ların konağı anlatılır.
2. İffet
Yavuz Turgul’un senaryosunu yazdığı, Müjde Ar’ın başrolde oynadığı 1982 yapımı İffet oldukça bilindik bir filmdir. Burada haksızlığa uğramış fakir bir kızın manken olup ünlenmesi ve ardından zengin bir iş adamıyla evlenmesi anlatılır. Elbette kendisine haksızlık yapan eski sevgilisinden de intikamını böylece alabilecektir.
3. Ay Tutulması
Bu dizide evlilik yoluyla değil ama çok önceden, doğar doğmaz zengin bir aileye evlatlık verilen kızın öyküsü anlatılır. Yine şanslı bir insanın hikayesidir, tüm yetim çocukların böyle bir şansı olsaydı keşke..
4. Yalancı Bahar
 Zeynep, İstanbul’un köklü ve varlıklı bir ailesi olan Karaman’ların gelinidir. Fakat onun hapisten yeni tahliye olan eski bir de sevgilisi vardır..

Kurtlar Vadisi
Yıllardır ekranlarımızda çoğunlukla erkeklerin izlediği, Kurtlar Vadisi isimli bir dizi dönmektedir. Burada devletin âli çıkarları doğrultusunda yakan, yıkan, öldüren ama ölmeyen bir kahraman vardır. Onun da zenginliğinin sonu yoktur;  ama tam olarak ne iş yaptığı bilinmez, polis desen değildir, mafya desen değildir… Bu kadar para nereden gelir bilinmez, ama idealisttir Polat, arada kızar birilerine, her şeyin doğrusunu o bilir, yanılmaz, hata yapmaz, alçak gönüllü de hiç değildir.


  Son söz olarak hayatın bu kadar kolay olmadığını tekrar hatırlatmak isterim. Halkımız tam olarak kendi yaşadığı yoksulluğun bilincinde değilken zenginliğin de ne demek olduğunu hiç bilmemektedir. Bizden biri gibi düşünür o insanları ve anlatılanların gerçek olabileceğine inanır. Oysa onların çok farklı bir yaşamı vardır. Bu farklılık görkemli evlerde oturmak, lüks otomobillere binmek ya da paralarını olur olmaz şeylere harcamak şeklinde değildir. Varsıllık bu insanların içlerine işler, iliklerine kadar dolar. Mesela bu insanlar hiçbir zaman yalnız kalmaz, her zaman kendileriyle arkadaş olmak isteyecek birileri bulunur ve şımarıklık bu arkadaşlık kurmak isteyenleri kullanma ya da seçme özgürlüğünü getirir. Halktan bir insanın kızı, yolu elektriği olmayan köylerin birine öğretmen olarak atanma durumu ile karşı karşıya iken bu insanlar çocuk yaşta yurt dışlarına giderler ve hiçbir zaman taşraya gitmek zorunda değillerdir. Bunun gibi sayısız örnekler verilebilir. Yoksulluk ise insanın belini büker, ellerini nasırlaştırır, ruhunu yaralar; gençlik çabuk solar ve öyle âşık olunacak güzellik de bırakmaz kimsede. 3 kuruş maaş için bir ay boyunca çalışıp didinirken insanlık, yeni bir dünyaya kavuşmak o kadar kolay değildir. Ayrıca yaşamın maddiyatın getireceklerinden çok daha manevi incelikler barındırdığını da belirtmek gerekir; ama şu anda kimsenin bununla ilgilenecek durumu yoktur…

16 Eylül 2011 Cuma

bir geleneğin sonu

 
12 Haziran seçimlerinin sonuçları önceden belliydi, tek başına iktidar devam edecekti, ciddi bir muhalif güç ya da iktidar alternatifi yoktu. Bundan dolayı kampanya süreci oldukça sönük ve halkta bir heyecan uyandırmayacak tarzda geçti. Merkez sağdaki partilerin bu sefer gerçekten esamesi okunmuyordu, baraj %5 olsa bile bunu aşamayacak durumdaydılar. Kılıçdaroğlu genel başkan seçildiğinde büyük bir rüzgar yakalamıştı, fakat saman alevi gibi söndü. Tüm bunlara rağmen seçim sonuçları sol görüşlü seçmen üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yarattı, hepsine pes dedirtti. Bu seçim sonuçlarıyla ilgili olarak şöyle "iddialı" bir görüş ortaya konabilir ki, Türkiye'nin Tanzimat sonrasında Jön Türk hareketiyle ortaya çıkan muhalefet geleneği de ortadan kalkmıştır.
Türkiye geri kalmış bir ülke olduğu için insanları sürekli bir arayış içerisinde bulunmaktadır. Yine bu geri kalmışlıktan dolayı ülkede çarpıklıklar, eksiklikler, haksızlıklar vs. çoktur. Doğal olarak insanlar bu durumu konuşurlar, bundan rahatsız olurlar. Sağ görüşlü insanlar için bile siyasal eleştiri yapmak gündelik yaşamdaki rutin bir etkinlik halini almıştır. Bundan dolayı ülkemizde ciddi bir muhalefet geleneği olduğunu düşünüyorum.


İlk olarak Jön Türk hareketiyle başlattık muhalefeti, bu insanlar sürüldü, geri geldi, affedildi, zindanlara atıldı, gazeteleri kapandı vs. fakat sonunda anayasayı yürürlüğe koyup Meşrutiyeti ilan etmeyi başardılar. Ama bu durum kısa sürdü. Abdülhamit'le 30 yıl sürecek bir istibdat dönemi başladı. Bu sefer padişah eleştiriliyordu, "özgürlük, hürriyet, vatan, millet" gibi kavramlar dile getiriliyordu. Sonunda bu kabus da sona erdi, fakat ülke öyle bir haldeydi ki, gelenler gidenleri arattı. İttihat ve Terakki iktidarı geçmiş günleri aratır hale getirdi ülkeyi ve bir felakete sürükledi, sonunda Osmanlı imparatorluğu yıkıldı, parçalandı. Atatürk önderliğinde bir kurtuluş savaşı verilerek ülke yeniden kuruldu ve sonrasındaki devrimlerle çağdaş Türkiye inşa edildi. Bu dönemdeki Saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına, ülkenin modernleşmesine, medeni hukuk kurallarına, kadın erkek eşitliğine ve bu tür tüm ilerici yeniliklere karşı çıkan elbette ülkede çoktu; ama bunun yanında Atatürk devrimlerinin yetersiz olduğunu beyan eden küçük de olsa bir grup bulunuyordu, ancak muhalefet şansı yoktu. Sonunda tek parti iktidarı demokrasi istekleri doğrultusunda yerini çok partili sisteme bıraktı. Fakat Adnan Menderes dönemi yine bir soğuk duş etkisi yaratmıştı. 1960'lı ve 70'li yıllar çok sancılı geçse de muhalefet açısından en üst düzeyde olunan yıllardı. Zor yıllardı ama esasen Türkiye en parlak dönemini bu yıllardı yaşadı dersek sanırım yanılmayız. 1980'lerde muhalefet "sosyal demokrasi" adını aldı. Turgut Özal ve sonrasında Süleyman Demirel büyük eleştirilere maruz kaldı. Bu furyanın son büyük halkası 1990'larda izlenme rekorları kıran Levent KIRCA'nın Olacak O Kadar parodisi oldu. 2000'lerle birlikte siyasi hiciv ve genel anlamda muhalefet yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Gazeteler, tv programları ve köşe yazarları hepsi yandaş oldu, tarafsız olanlar bile bertaraf olacakken elbette muhalefete göz yumulamazdı. Şimdi, 12 Haziran seçimlerini bir milat olarak kabul edip muhalefet geleneğinin sona erdiğini kabul edebiliriz.
Halkımız artık Türkiye'nin dünyada söz sahibi büyük bir devlet olduğunu düşünmeye başlamıştır. En son İsrail'e kafa tuttuk, Somali'ye yardım gönderdik. Yabancı gazeteler methiyeler düzüyor, eski Osmanlı geliyor, Türkiye Ortadoğu'da yeni lider rolüne soyunuyor diye. Öncesinde futbol, basketbol ve voleybol'da dünya çapındaki başarılarımız var. Bir de elbette dünya büyük bir ekonomik kriz yaşarken, komşumuz Yunanistan batarken Türkiye büyümede dünya ikincisi olmuş durumda. 
Bunun yanında solda da bir hayal kırıklığı yaşanmış halde. Tek başına iktidar bir yana, en azından %50 beklemiyorlardı. Dünya tersine dönmüştü sanki, kendileri bir şeylere muhalefet ediyorlardı ama halk halinden memnun gibiydi. O halde kendileri biraz boş konuşmuş oluyordu, boşuna kendilerini hırpalıyorlardı sanki, alan memnun satan memnundu, onlara ne oluyordu ki? Bundan sonra muhalefet edilen tüm icraatların meşruluğu vardı, çünkü ortada ezici bir halk desteği bulunuyordu. Hayal kırıklığının ikinci ayağını Kılıçdaroğlu ve ekibi yaşatmıştı. Hiç de öyle sakin güç olmadığını gösterdi genel başkan. Dişlerini sökerim, alnından öperim türü ifadelerle yeterince itici oldu. Deniz Baykal döneminde CHP'nin bir sosyal demokrat ya da sol parti olup olmadığı tartışılırken yeni CHP daha da sağa kaydı. Kılıçdaroğlu dürüst bir insan izlenimi veriyordu ama seçim sonuçlarında kendi kendini galip ilan ederek bir başka sağ kroşe daha çaktı. Mecliste yemin etmeme kararı bir felaketti, başbakanın ifadesini buraya yazacak değilim, ama kendi ifadesiyle sarı öküzü verdi. Hani vermeyecekti?
Eski rakı sofraları yok artık, buralarda hükümetler, politikacılar yerden yere vurulurdu. Öyle toplanıp içki içme devri kapandı. Herkes tövbe etti artık ya da zaten tövbeli olanlar bir yerlere geldi, içenler de gizli gizli içiyor. Bunlar son jenerasyondu, Türkiye'nin parlak dönemleri olarak söylediğimiz 1970'lerde yetişenlerdi, yeni jenerasyon da 1980 sonrasının çocukları.. 

6 Eylül 2011 Salı

bir sonbahar yazısı

Yine bir sonbahar yazısı yazıyorum. Ekonomist Mehmet Uğur Civelek’in yazılarında “kötümser” bir bakış açısına sahip olduğu söylenir. Bunun kötümserlik mi yoksa gerçekçilik mi olduğu tartışmaya açıktır. Ondan esinlenerek ben de kendimle ilgili gelecek ayların bir değerlendirmesini yapıyorum:



Önümüz sonbahar, yaz bitti, havalar tekrar soğumaya başlayacak, hatta şimdiden başladı bile, geceleri üşüyoruz. Sonbaharın gelişiyle işlerde tekrar bir yoğunluk artışı yaşanacak, bu da büyük bir stres kaynağı demek. İşler her zaman yolunda gitmeyecek, olağanüstü durumlar ve ekstra mesailer bizi bekleyecek. Annemler şimdilik benimle, onların gitmesiyle birlikte tekrar yalnız kalmaya başlayacağım, akşam yorgun argın eve gelince soba yakma, yemek hazırlama gibi işlerle uğraşacağım, bunların yanında çamaşır, ütü, bulaşık da yine yapmak zorunda olduğum işler olarak sırtımda bir yük oluşturacak. Günler kısalacak, saat 5 olmadan hava kararacak, zaten Vezirköprü ve çevresinde pek fazla sosyal olanaklar olmadığından bu saatten sonra eve kapanmaktan başka yapacak bir şeyim kalmayacak. Yaz ayını kaçırdık, artık bir yerlere gitme ya da arkadaşlarımızın ziyarete gelme durumu da ortadan kalktı, Orta ve Doğu Karadeniz’de tatil dönemi kapandı. Önümüzde, daha da ileride, karla kaplı yollar, kötü hava koşulları ulaşımı dahi imkânsız hale getirecek. Onun gitmesiyle hayatımdaki manevi boşluk kendini iyice hissettirecek, en azından bir umut olarak hayatımda yer alırken artık bir umutla da yaşamıyor olacağım. Yazın doktora alanımda çalışmamanın cezasını kışın çekeceğim. Tembellikten ziyade çalışmama kararı almıştım. Başka kitaplar okudum fakat doğum bilgisine bakmadım, bu kışın nasıl bir eğitim sezonu geçireceğim belli değil, ancak her şeyden öte boş bir şekilde üniversiteye gidip gelmek hoş olmamalı. Odun, kömür, taksitler, borçlar, krediler, harçlar ile kışa girerken maddi sıkıntılar devam edecek, her zaman bir harcama kalemi daha çıkacak, birikim yapmam ise sadece hoş bir hayal olarak kalacak. O kadar parayı ne yapıyor olacağım ve hem de taşrada, kışın tek başıma sobalı evde oturarak. Sanırım artık rahatımdan ödün verip ilerleyici adımlar atmayı öğrenmeliyim. Otuz yaşıma ulaşırken artık başka türlü bir yaşam döngüsünün olmayacağı, üniversite ve sonrasında kaybolan yılların geri gelmeyeceği açıktır. Yarın artık farklı olmalı, bir şeylerin düzelmesini bekleyerek değil, bu yolda hareketler sergilenmeli.   

30 Ağustos 2011 Salı

Bayramlarda Türkiye

Bayramlarda Türkiye'yi görmek gerekir, bambaşka bir çehreye bürünür ülke. Bütün insanlar en güzel, en yeni elbiselerini giymiştir, tertemizdirler, saç-sakal tıraşlarını olmuşlardır. Pozitif bir ruh hali içindedir herkes, eş, dost, akraba birbirlerini ziyaret eder, sohbetler edilir, sosyal bir paylaşım yaşanır. Uzakta olanlara telefon açılır, onlar da unutulmaz, konuşulur. Büyüklere ziyarete gidilir, el öpülür. Bu dünyada olmayanlar da hatırlanır, mezarlıklar ziyaret edilir. Düşmanı bile olsa -öyle çok kanlı bıçaklı değilseler- bayram ziyaretinde gelene tatlı, şeker ikram edilir, kahve yapılır, hal hatır sorup küçük de olsa bir sohbet edilir; hatta dargınlıkların giderilmesi, barışılması için bir vesile olduğu söylenir. Gece gündüz çalıştığı halde yine de "tembel" diye nitelenen halkımıza bugünlerde tatil verilir. İnsanlar çalışmadıkları için, günün stresinden uzak daha bir pozitif olurlar, bağırıp çağırmaz kimse, çokça güler, sokaklar boştur, trafik yoktur, korna sesleri duyulmaz, mutludur genelde herkes...



24 Ağustos 2011 Çarşamba

Cennetin Krallığı


İnsan bir umutla yola çıkıyor. Bazen köyünden büyük kente göç ediyor, bazen Almanya’ya ya da başka büyük ülkelere çalışmaya gidiyor, bazen genç yaşta üniversite öğrencisi olarak bir yerlere gidiyor insanlık. Burada, içinde büyük umutlar olabiliyor ya da çok istemese bile gitmek zorunda kalıyor. Umutlar, terk edilen yerdeki yaşamın bitmesiyle paralel seyrediyor, kendisini bağlayan ne kadar çok şey varsa o kadar gitmeye gönlü az oluyor. Televizyonlardan, filmlerden, haberlerden, anlatılanlardan dışarıdaki yaşam bir hayal gibi duruyor önünde. Kendi kısıtlı yaşamındansa büyük şehirler ve ülkeler birçok imkânı barındırıyor, ayrıca tanınmadığı bir yerde yaşamanın özgürlük getireceğini düşünüyor, dedikodusunun olmayacağı, atacağı her adımın takip edilip sorgulanmayacağını düşünüyor.


Eski çağlarda insanlar savaşlara giderdi, burada ya ölecekti ya da yaşarsa şehirleri fethedip, yağmalayıp zengin olacağını düşünürdü. Zaten bir köle gibi yaşıyordu, paralı asker olarak giderse canını ortaya koyup bir şeyler kazanma şansı vardı. Haçlı seferleri gibi savaşlarda dini duygular da ön plana çıkıyordu, savaşçılar Tanrı uğruna savaştığından ölürse bile cennete gidecekti; ama bunlar bir yana, esas belirleyici Avrupa’nın içine düştüğü sefaletten kurtulma çabasıydı. Tıpkı İstanbul’a ya da Almanya’ya göç edenler gibi…
Peki, gidenler ne buldu? Gidenlerin çoğu seferinden dönmedi, cenneti bekleyenler de cehennemi buldular karşılarında. Sefaletin başka bir türüyle karşılaştılar, zorlu yaşam devam etti, hayatın başka başka acılarını tattılar. Belki “bey” olma ümitleri vardı, fakat bunun olamayacağını yaşayarak anladılar. Gitmeden önce başına talih kuşu konanların öykülerini dinliyorlardı, ama gittiklerinde talihsizliklerin peşlerini bırakmadıklarını gördüler. Özgürlük istiyorlardı ama terk ettikleri köylülerini, hemşerilerini aradılar, onlarla bir oldular. Memleketlerini bir başka özlemeye, bir başka milliyetçilik, fanatiklik yapmaya başladılar. Büyük kentlerde insanlık ölmüştü, her şey parayla ölçülüyordu, yalanın, ikiyüzlülüğün, çıkarcılığın haddi hesabı yoktu.

 Gidenler yine de dönmedi, çünkü dönecekleri yerde bir yaşam yoktu, boşuna terk etmemişlerdi. Şehrin çarkına bir şekilde kendilerini uydurdular, yeni alışkanlıklar edindiler. Artık ancak ziyarete geleceklerdi memleketlerini o kadar, bayramda seyranda, bir de ölürseler cenazeleri gidecekti ki bazen o da büyükşehirde kalacaktı.


 Cennetin krallığı filmi, çaktırmadan göç edenlerin bütün fantezilerini içinde barındırır, anlatım çok güzel olduğundan insana bu rahatsızlık vermez, aksine büyük bir haz yaşatır. Kahramanımız hayatı kararmış, karısı ölmüş, sonra bir cinayet işlemiş bir demirci iken bir lordun çocuğu olduğunu öğrenir, onun peşinde haçlılarla Kudüs’e gider. Yani kaldığı yerde yaşam şansı kalmamış, ruhunu temizlemek üzere bir arayış içerisindedir. Kutsal topraklarda büyük bir şövalye olur, Kralın sevgisini kazanır, babasından kalan topraklara can verir, buralarda çalışır, Kralın kız kardeşiyle aşk yaşar, kötüler onun düşmanı olur, savaştığı Müslümanlar arasında bile dostlar edinir, öyle ki esir olduğu zaman serbest bırakırlar onu, son olarak Kudüs’ü kurtaramasa bile onuruyla savaşıp oranın halkının can güvenliğini sağlar. Sonra da prenses sevgilisiyle eski yaşamına geri döner, mutludur. Bilmiyorum, gidenlerden ya da kalanlardan mutlu olan var mı dünyada?..


22 Ağustos 2011 Pazartesi

Avatar


Bir sistem eleştirisi yapılacaksa bunu da biz yaparız mantığıyla çekilmiş Avatar filmi. Böylelikle insanların kendilerini daha güvende, daha demokratik bir ortamda yaşadığı duygusu pekiştirilmiş oldu. 1984 vari tümüyle kuşatılmış, insanların bir köle gibi yaşamaya mecbur bırakılmadıklarını hissedilmesini film önlüyordu. Elbette insanlar filmden çıktıktan sonra emperyalist devletlerin gerek Afrika, Asya kıtasında, gerekse Amerika kıtasında ve güncel olarak koalisyon güçlerinin Irak’taki işgallerinin filmde anlatıldığını söyleyecekti. Sömürü için Amerikalıların yerlileri yok etmesi, doğaya acımaması gibi gerçekler bu filmde anlatılıyordu. Ticari kaygılarla, klişelerle dolu Hollywood sinemasından böyle bir eleştirel-siyasal film çıkıyordu. 

Bu filmde belki insanlara belirli mesajlar verilmek istenmiş, toplumsal duyarlılıklarına dikkat çekilmek istenmiştir; fakat burada da ciddi sorunlar bulunmaktadır. İlk başta iyi kalpli yerlilerle, kötü kalpli beyazlar vardır. Beyazlarda büyük bir para hırsı, doğaya karşı acımasızlık, yakıp yıkma ve yok etme güdüsü hâkimken yerliler doğa ile tam bir uyum içerisinde, mutlu mesut yaşamaktadır; hatta yerliler sporcu, sağlıklı insanlardır. Bu durum elbette gerçeği yansıtmamaktadır, hiçbir zaman böyle siyahla beyaz gibi ayrılıklar söz konusu olmayacaktır. İkinci olarak sömürü bin bir yolla yapılır. Bazen kaba kuvvet uygulanırken bazen daha kansız yöntemler kullanılır. Sömürücüler bazen adam satın alır, bazen kabileleri birbiri ile savaştırır, arabulucu olur, bazen bir grup sömürgelerle işbirliği yapmak ister, birileri kraldan çok kralcı olur vs. Filmde bu karmaşık süreçlerden pek bahsedilmemiş. Üçüncü olarak Amerikalılar mutlak bir savaş gücü üstünlüğüne sahipken yerlilerin oklarla savaşması da epey gerçek dışıdır. Bir şekilde onlar da kendilerini savaşacak halde donatmayı düşünecektir. Filmde yerlilerin kurtuluşu mistik, doğaüstü güçlerin yardımıyla gerçekleşmektedir ki, en fazla eleştiri bu noktaya getirilebilir. İnsanlara kurtuluşunuz mucizelere bağlı denmektedir herhalde.

Sonuç olarak filmde hem sömürgeciliğe karşı bir eleştiri getirilerek bu alandaki ihtiyaç karşılanmış, fakat hem de gerçeklerden farklı, oldukça yüzeysel bir anlatım sergilenmiştir. Zaten izleyiciden de çoğunlukla böyle bir talep gelmemektedir, mevcut düzey yeterlidir. İnsanların bilinçlerinde ise sömürüye karşı mutlak bir karşı çıkış da bulunmamaktadır, bir ülkeyi sömürmenin zenginlik getireceği düşünülür. Amerikan halkının Irak işgalini desteklemesi gibi Türkiye'de de birçok kişi bu rüyalarla yaşamaktadır. Özal'ın Musul'a girip, bir koyup üç alma söylemi bunun bir yansımasıdır.

Filmin sonunda iyilerin kazanması(Amerikalıların ülkeden terk edilişi), Hollywood sinemasının bir özelliğidir, çünkü insanlar sinemadan üzgün ayrılmamalıdır, mutlu olmalıdırlar. Oysa batının bu tür siyasi filmlerinde alışık olduğumuz şey, bu şekilde vatanı için, düşünceleri için mücadele eden insanların sonunda kaybetmesi, bazı arkadaşlarının davayı satması, güçlülerin kazanması şeklinde, insanı umutsuzluğa sürükleyen yapımların olmasıdır. Demek ki bu kadar yüksek bütçeyle çekilen bir filmde insanları böyle karamsarlığa sürüklemenin doğru olmayacağı düşünülmüş.

21 Ağustos 2011 Pazar

Trabzon'un itibarı

İlkçağlardan bugüne her zaman önemli bir merkez olmuştur Trabzon. Persler burada büyük bir devlet kurup bütün Anadolu’ya egemen olmuşlar, ardından Roma ve Bizans’a geçen şehir yine merkezi özelliğini devam ettirmiştir. İstanbul’daki Latin istilasından sonra Bizanslı Kommenos hanedanlığı Trabzon’a geçerek burada Pontus İmparatorluğunu kurmuşlar ve uzun yıllar Moğol ve Türk saldırılarına karşın varlıklarını koruyabilmişler. Öyle ki şehir İstanbul’dan bile sonra 1461 yılında fethedilebilmiştir. Osmanlı döneminde önemli bir eyalet olarak varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan Trabzon Müdafai Hukuk Cemiyeti ile ülkeyi oluşturan başlıca unsurlardan biri olma özelliğini bir kez daha göstermiştir.



Trabzon şehri son yıllarda önemli bir itibar kaybına uğramıştır fakat kimse bunun farkında değildir. Yeşil bir doğası vardır şehrin, her taraf yemyeşildir ama çarpık kentleşmeyle her yer beton yığınına dönmüş, halkın nefes alacağı bir yer kalmamıştır. Güzelim sahil şeridi yol yapılacak diye yok edilmiş, buradaki yürüyüş alanları ve çay bahçeleri ortadan kaldırılmıştır. Şu anda halkın toplu olarak gezebileceği şehirdeki tek yer neredeyse sayıları 3 kadar olmuş “Alışveriş Merkezleri”dir. Ülkemizde turistik yerlere otel, pansiyon gibi yerleşimler yapıp doğal güzelliğin mahvedildiği yerlere Trabzon’daki Uzungöl de eklenmiştir. İlçelerdeki, köylerdeki kilise ve manastır gibi yerler yıkılalı uzun yıllar olmuş, fakat geride kalan birkaç yer de halkın gazabına uğramış, fresklerin gözleri oyulmuş, duvarlarına yazılar yazılmıştır.

1955 yılında Türkiye’nin ilk üniversitelerinden biri Trabzon’a kurulmuştur, ODTÜ ve İTÜ’den sonraki 3. Teknik üniversitedir burası. Fakat böylesine eski ve köklü bir üniversite oldukça geri kalmış, pek çok istatistikte Türkiye’de ilk 20’ye bile girememektedir. Üniversitedeki siyasi, dost ahbap ilişkileri elbette bu başarısızlığın başlıca sorumlusudur.

Aynı şekilde bir zamanlar şampiyonlukları birer birer toparlayan, İstanbul takımlarının korkulu rüyası haline gelmiş, Avrupa takımlarını dize getirerek tüm ülkenin sevgisini kazanmış Trabzonspor’dan artık eser yoktur. 27 yıldır şampiyon olamadığı gibi, artık Avrupa kupalarında ilk turda elenmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Ahde vefa dışında Trabzonspor’un sevilecek bir yanı da kalmamıştır. Futboldaki tarikat ilişkileri sayesinde bir gün şampiyon olsa bile Avrupa arenasında bir başarı sağlayamayacağı ya da iyi futbol oynayamayacağı gün gibi açıktır.

                     
Artık Karadeniz’in dağlarında uyuşturucu otlar yetiştirilmekte, gençler arasında uyuşturucu kullanımı yaygın bir şekilde seyretmektedir. Trabzon Rusya’dan gelen kadınların pazarlandığı merkezlerden biri konumuna gelmiş, kumar oynamak da yine Trabzonlularla neredeyse özdeşlemiştir. Hırsızlık alıp başını yürümüştür, evimizin önünden arabamız çalınmış, kendi dairemize 1 kez, apartmana 5 kez hırsız girmiştir.

Rahip Santorini ve Hrant Dink cinayetleriyle gündeme düşen Trabzon’da, Trabzonlular bu durumdan pek rahatsız olmamıştır. Milliyetçi duygular cinayetlerin üzerini kapamıştır, bir Trabzonlu çıkıp şehir adına özür dilememiştir. Ama işte tam da bu özür, belki 100 yıl sonra gelecek bir özür, Trabzon’a yapılacak, ayakkabısı delik bir Hrant Dink heykeli şehrin itibarının geri geldiği, kaderinin döndüğü gün olacaktır.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Yaşam standardı

Avrupa'nın belli başlı ülkelerinde insanlar çok yüksek bir yaşam standardı içinde yaşamaktadır. Buralada birçok aile evini kedi-köpek gibi evcil hayvanlarla paylaşmaktadır. İşin ilginç olan tarafı bu hayvanların da yine çok yüksek bir yaşam standardında yaşamlarını sürdürmeleridir. 

Bu hayvanlar daha doğar doğmaz hastalıklara karşı aşılanmaktadır. Yiyecekleri bilimsel yöntemlere göre hazırlanmış, vücutlarının fizyolojik ihtiyaçlarına göre belirlenmiş özel mamalardır. Ömürleri boyunca sokağın çamurundan, pisliğinden, dışarının soğundan uzak bir şekilde sıcacık bir çatı altında yaşamlarını sürdürürler. Özel şampuanları vardır ve sahipleri tarafından düzenli olarak banyo yaptırılırlar. Bundan dolayı ömürlerinde enfeksiyona bağlı hastalıklara pek yakalanmazlar; fakat vücut dirençleri zayıf olduğundan en ufak bir olumsuzlukta da hasta olabilirler ve aynı zamanda alerjik hastalıklara yatkındırlar. Çok terbiyelidirler, tuvalet eğitimleri vardır ve sahiplerinin her sözünü dinlerler. Zaten aileden bir birey gibidir, insanlar hayvanlarına sevgi gösterir, birlikte oynarlar, aralarında duygusal paylaşımlar yaşanır. Kedi ve köpeklerin 10-15 yıl arasında bir doğal yaşam süreleri vardır ve Avrupa'da evcil hayvanlar ömürlerinin sonuna doğru bir yaşlılık sürecini de geçirirler: tüyleri solar, dişleri dökülür, kilo alır ve hatta altına kaçırmaya başlar. Bir gün hayatını kaybetse bile hafızalardan hiçbir zaman silinmezler..



Bir karşılaştırma olması bakımından Türkiye'deki sokak köpeklerinin hayatını inceleyebiliriz. Evde hayvan besleme Türkiye'de pek fazla yaygın değildir. İnsanlar daha kendilerine bakamazken elbette kedi köpeğe bakacak durumda değildir. Sadece köylerde bekçilik yapsın diye evin önüne bir köpek bağlanır, yemek artıklarıyla beslenir. Şehirde insanların evde kedi köpeğe ayıracakları vakitleri de yoktur, işten eve geldiklerinde yorgunluktan başlarını kaldıracak taakatleri de. Çocuklar genelde sokakta köpeğin birinin başına bir ip bağlayıp dolaştırırlar, sonra anneleri kızınca bırakırlar. Bir hevesle eve alınıp sonra bakımı zor gelince sokağa terk edilen köpek de çoktur. Sokak köpekleri sürekli mikropların içinde olduğundan vücutları doğal bir bağışıklık kazanır, hastalanmasalar bile çok hayırlı bir şey değildir bu. Karda, kışta, yarı aç yarı tok yaşayıp giderler. Yaşam süreleri de çok uzun olmaz. Sokak köpekleri pek yaşlanmaz, ya bir kışı atlatamaz, ya araba çarpar ya da belediye tarafından zehirlenirler.

26 Temmuz 2011 Salı

Bugünün liberali

 
Serbest piyasa mekanizması ile birlikte liberal düşünceler gelişir. İnsanlar başta din ve milliyetçilik olmak üzere muhafazakar ya da tutucu belirli saplantılardan kurtulur, yerleşik inançları, gelenekleri, görenekleri sorgulamaya başlar, daha özgürlükçü düşünceler geliştirir. Karşısındaki insanların dünya görüşlerine ve inançlarına saygılı olduğunu, bunlarla ilgilenmediğini, bunları sorun etmeyeceğini beyan eder. Siyasetten hoşlanmaz, merkezde, tüm görüşlere açık olduğunu söyler. Din konusunda sorgulayıcıdır, milliyetçi ve anti-emperyalist söylemlere mesafelidir, devletçiliğe karşı, özelleştirmelerin savunucusudur. Adaletin yanındadır, her zaman hukukun tam olarak işlemesini ister. Kaba kuvvete, dost, ahbap, hemşerilik ilişkilerine karşıdır, piyasanın kurallarına göre işlerin yürümesini ister.

Pratikte ise muhafazakar ve liberal düşünceler birbiriyle iç içe geçmiştir. Konumları gereği bazı tüccarlar muhafazakar görüşlere yakın olurken bazıları da daha liberal olacaktır. Ama yine de en liberal gözükenler bile kendisine çıkar sağlamak uğruna eski tarz ilişkilere geri dönecektir: kimi zaman ahbaplık ilişkilerini devreye sokacak, kaba kuvvet kullanacak, hukuku hiçe sayacakken; en muhafazakarlar da yeri geldiğinde "hukuk istiyoruz" diye feryat edebilecektir. Bir tutarlılık beklememek gerekir, tek tutarlı olacakları yer kişisel kazançlarıdır.


9 Temmuz 2011 Cumartesi

Rönesans'ta kadın ressamlar

Bir alıntıdır:
 
En ünlü ve en üretken Rönesans sanatçılarının hepsi erkekti; kadın mimar yoktur; adı bilinen tek kadın heykeltıraş Properzia de' Rossi'dir (1490-1530). Ressam olarak çok ün yapmış birkaç kadın vardı. Üslupları açısından yapıtları birbirlerinden çok fark­lıdır, ama kariyerleri birçok benzerlikler içermektedir. Kadın res­samların çoğu ressam kızıydı. Adı bilinen en eski kadın ressam­lardan olan Caterina van Hemessen (1528-1587'den sonra öldü) tablolarına "Caterina, Jan van Hemessen'in kızı" diye imza ata­rak bu ilişkinin öneminin farkında olduğunu gösteriyordu. Res­sam kızı olmayanlar çoğunlukla aydın insanların veya aydınlarla veya sanat çevreleriyle ilişkileri bulunan küçük soyluların kızla­rıydı. Birçoğu, ya en büyük kız evlattı veya erkek evlat bulunma­yan ailelerden geliyorlardı ve dolayısıyla babaları onların kariyer­lerine olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kadın ressamların önemli bir çoğunluğu aristokrat ailelere mensuptu; oysa erkek ressamla­rın çoğu esnaf ailelerden geliyordu. Kadınların çoğu kariyerlerine daha yirmi yaşına gelmeden başlamışlardı ve evlendikten sonra çok az sayıda resim yapmış veya resim yapmayı tamamen bırak­mışlardı. Evlenenlerin çoğu ressamla evlenmişti. Kadın ressamlar, çok az sayıda kadın ressam olduğu zamanlarda çok daha başarı­lı oluyorlardı; çünkü o zaman bir yenilik olarak değerlendiriliyor­lardı. Bu durum sanatıyla uluslararası bir ün kazanan ilk kadın italyan olan Sofonisba Anguissola (1532/5-1625) için geçerliydi. Anguissola, on yıl İspanya Kralı II. Felipe'nin saray ressamı ola rak çalıştı; bir portre ressamı olarak son derece ünlüydü. Lavinia Fontana (1552-1614) ve Fede Galizia (1578-1630) gibi onu mo­del alan kadınlar hiçbir zaman onun kadar övülmediler ve sipariş aldıklarında insanlar onların bu başarılarına karşı öfkelerini açıkça dile getirdiler.

Kadınların çıplak erkek vücudu çalışmalarına izin verilmiyor­du; oysa bu, içinde birçok figür bulunan büyük tarihi tablolar yapmak isteyen birisi için zorunlu sayılıyordu. Bu nedenle kadın­lar genellikle portre ve az sayıda konu işleyen küçük tablolar ve­ya 17. yüzyıla gelindiğinde, natürmort ve iç mekân sahneleri çizi­yorlardı. Kadınlar, boyaların yaş sıva üzerine doğrudan uygulan­dığı duvar resmi yapma tekniğini de bilmiyorlardı çünkü bu tür çalışmalar açık alanlarda yapılıyor ve kadınlar için uygun kabul edilmiyordu. Edep ve ahlak kaygıları kadınların kullanabileceği yöntemleri ve konularını kısıtlıyordu.

 
(Sofonisba Anguissola) 


16. yüzyıl ilerledikçe, ahlaki kaygılar kadın sanatçıların yapıt­larından çok daha fazlasını şekillendirdi. Katolik yazarlar dini tasvirlerin ortadan kaldırılmasını isteyen Protestanlara karşı, dini tasvirlere saygı gösterilmesini savunuyorlardı, ama onlar da insa­nın resmedilmesinde terbiyeye ve edebe uygunluk olması gerekti­ğini söylüyorlardı. Çıplaklık, hatta bebek İsa'nın veya martirlerin çıplaklığı bile onları özellikle rahatsız ediyordu, Michelangelo'nun Son Akşam Yemeği tablosundaki çıplak insanların beden­lerinin belli bölgelerinin boyayla kapatılmasını tartışıyorlardı. Tüm Avrupa'da dini ve seküler yetkililer kamu düzeninin ve ede­binin tehdit altında olduğunu düşünüyor ve halkları ahlaklı veya edepli bir yaşam sürmeyen topluluklara veya şehirlere Tanrı'nın iyi gözle bakmayacağına inanıyorlardı.  (Merry E. Wiesner-Hanks,  Erken Modern Dönemde Avrupa sf 219-220 İş Bankası Kültür Yayınları 2009)

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Ortalama Üniversite Öğrencisi

Ezbere dayalı, test sistemiyle gelmiş ilk ve ortaöğretim eğitiminden sonra üniversiteye gelen kişi burada da pek farklı olmayan bir ortamla karşılaşır. Derslere devam zorunluluğu vardır, koskoca profesör olmuş insanlar sınıfta yoklama yaparlar, kafa sayarlar imza sayısı ile derste bulunan kişi sayısı aynı mı diye kontrol ederler. Derslerdeki ezberci sistem üniversitede de devam eder. Sürekli teorik dersler vardır, uygulama ya göstermelik tarzda laboratuar ortamında yapılır ya da imkansızlıklardan hiç yapılmaz. Gerçek hayattan kopuk bir hale gelen derslere çoğu öğrenci de ilgi göstermez. Derslere olan bu ilgisizliğin bir nedeni de mezuniyet sonrasındaki belirsizlikle ilgili oluşudur. Yani kişinin gelecekte nasıl bir işte çalışacağı belli olmadığı için kendisini bu konuda geliştirme ihtiyacı içinde olmaz. Buna bağlı olarak öğrenciler vaktinin çoğunu kantinde geçirir, sigara içer, popüler şarkıları dinler, muhabbet eder, mecburiyetten derslere girer, pür dikkat dinlemez dersi, uyur. Ev ya da yurt ortamında yine çay, kahve, sigara eksik olmaz. Muhafazakar değilseler bazen de içki olur. Çorba, makarna, basit yemeklerle günü geçiştirirler, akşamları dizi izlerler, hafta sonları Okan Bayülgen ya da Beyaz Şov türü programların müdavimlerindendirler. Yine evde vizyondaki filmleri izleme alışkanlıkları da kesinlikle bulunur. Dört büyük takımdan birinin taraftarıdır ya da yerel takımları birinci ligdeyse onu da görmezden gelmezler. Erkekler arasında maç muhabbetleri, rekabet eksik olmaz, bahis kuponları doldurabilirler, kendilerini bu işe çok kaptıranlar da vardır, ikinci, üçüncü ligleri, İskandinavya'daki maçları bile takip edebilirler. Bu şekilde vize ve final haftaları gelir. Bu dönemlerde eve kapanıp yoğun bir şekilde ders çalışmak söz konusudur bu insanlar için. Böylece ezberlenen derslerle sınıflar geçilir. Genelde ilk seneler derslere biraz uzak durur öğrenciler, bolca avarelik yaparlar. Son sınıfa yaklaştıkça iş ciddileşir ve daha çok asılırlar, geçerler birer birer derslerini. Bunun yanında üniversite öğrencileri büyük maddi zorluklar yaşarlar, özellikle ilk yıllar dışarıdan gelenler için çok zor geçer. Yurt sorunu, ev sorunu, alışma sorunu derken yavaş yavaş çevreye adapte olmaya başlarlar. Ortalama üniversite öğrencisi bu yıllarda sefil bir yaşam sürer, çünkü ailesi zengin değildir, öğrenim kredisi ile aylık geliri biraz desteklenir, belki küçük bir burs da alıyor olabilir. Görünüşte yiyip içip yatar, fakat aslında tipik bir işsizdir, sadece temel ihtiyaçlarını karşılar, başka bir lüksü yoktur. Bunun sonucu olarak üniversite yaşantısını teorik bazı bilgilerle donatılmış olarak tamamlar; sosyal, insani, hatta mesleki becerileri bu dönem içinde gelişecek bir ortam bulamaz. Üniversite yıllarında bir sanat faaliyetinde, sportif çalışmada bulunmamış, böyle bir etkinlik içinde yer almamıştır. İzlediği tiyatro, müzik konseri sayıları bir elin parmağını geçmez. Ülke içinde ya da dışında seyahat etme, farklı mekanlar görme, çeşitli bilimsel çalışmalar, projeler içinde bulunma olanağı elde etmemiştir. Çevresine kayıtsızdır, olaylara izleyicidir, olumsuzlukları kanıksamıştır.



Mezuniyet sonrası iş yaşamında farklı bir dünya ile karşılaşır. Böylesine yetersiz bir eğitimin ardından iş yaşamının kuralları çerçevesinde kendisini mevcut şartlara göre geliştirir. Fakat alt yapı yetersizliği her zaman kendini hissettirecektir. 

28 Haziran 2011 Salı

House dizisinde kendini bulmak

 
Son yılların popüler Amerikan "House" dizisinde bir süper kahraman yaratmışlar, fakat aynı zamanda ona bazı olumsuz özellikler de yükleyip daha sıradan biri haline getirmişler. Örneğin House bir dehadır, ilahi bir güce sahipmiş gibi hastalarını iyileştirir, fakat aynı zamanda topaldır, kötü alışkanlıkları vardır vs.


Bu sayede hem bir süper kahramanın çekiciliğini, hem de gündelik yaşamın gerçekçiliğini aynı hikayede buluşturabilmişler, belki bundan dolayı da çok başarılı olmuşlar. Örneğin "işini kaybetme" konusu dizinin her bölümünde işlenir. Bu korku Demoklesin kılıcı gibi herkesin başında sallanmaktadır. İş güvencesi söz konusu olmadığından günümüz koşullarında vazgeçilmez olmak, bir deha olmak iyi bir iş için, işsiz kalmamak için neredeyse tek şarttır. Bu, birçok insanın hayali durumundadır. House bir dahi olarak bu hayali gerçekleştirir, fakat aynı zamanda kötü alışkanlıkları, topluma uyumsuz yapısı her an işinden kovulma durumunu da izleyiciye yaşatır. İşine geç gelmesi, rutin muayenelerden kaçışı, genel kurallara boş vermiş havası; sonunda ölüm döşeğindeki hastaları kurtarmasıyla görmezden gelinir. Kötü bir insan değildir House, açık sözlü, dürüst bir insandır, kimseye bir kötülük yapmamıştır. Fakat böylesine bir dürüstlük abidesine yine bazı olumsuz özellikler yüklemişler: Onu ahlaksız, kirli, pasaklı, insanlara kötü davranan kişiliğe sahip, anne babasıyla kavgalı biri olarak yaratmışlardır. Günümüz toplumunun kronik sorunu olarak yapayalnız bir insandır House, fakat aynı zamanda bu durumu kabullenmiştir. İşte bu onun dürüstlüğüdür. İnsanların arasına karışmayı dener bazen ama sonra vazgeçer, döner yoldan. Yarım yamalak insan ilişkilerindense hiç kimseyle konuşmaz. Dostların acı söylemesi gibi, o da her zaman hayatın ne kadar acı verici olduğunu anlatır, hem de hiç kıvırtmadan, açık bir şekilde. Günümüzde kimse kimseye dost olmadığından (dostluk diye bir kavram kalmadığından), House'a da bu sözleri acı söz söyleyen bir dost olarak değil de kötü kalpli, kötü niyetli, acımasız biri olarak söyletmektedirler. Yani onu iyi kalpli iyi öğretmen olarak değil de kötü kalpli iyi öğretmen olarak yansıtmaktadırlar.

19 Haziran 2011 Pazar

Yakınçağ İran Tarihi

Kaçarlar

İran'da 1796-1925 yılları arasında bir Türkmen aşireti olan Kaçar Hanedanı hüküm sürmüştür. Bu dönemde İran esas olarak bir aşiretler topluluğu şeklinde, merkezi otoriteden yoksun durumu karakteristiktir. Şahın etki alanı, 1786 yılında başkent olan Tahran ili çevresindedir, düzenli bir ordusu ve merkezi bürokrasisi olmadığından daha çok aşiretler arasında bir merkezi hakem konumunda hüküm sürmektedir. Devletin başlıca gelirleri yıllık vergi toplama ayrıcalığını verdiği valilerden gelen bir iltizam sistemine dayanırdı. Orduyu aşiret liderlerinin birlikleri oluştururken, bunların silah ve cephaneleri Avrupa'nın ıskartaya çıkarılmış silahları ile donanmıştı. Düzenli ordu, şahın ve valilerin özel koruması olmanın ötesine geçemezdi. 1834 yılında kurulan Adalet Bakanlığının Tahran dışında esamesi okunmuyordu. Halk adaleti kendi içinde sağlamaya çalışırdı. Şeriat mahkemelerinin kadıları ve devletinin hakimleri ile keşmekeş içinde bir adalet sistemi yürümekteydi. 1900 yılında Nizamiye'ye bağlı Tahran'daki polis sayısı 460'ı geçmiyordu. Devlet ve ordu hizmetlerinde görev yapacak personeli eğitmek amacıyla kurulan Darü'l-fünun'a "ayan, eşraf, hanlar ve zengin ailelerin" oğullarının alınması yönünde kesin talimat vardı. Aşiretlerin çoğunluğu göçer ya da yarı-göçer bir yaşam sürüyordu. Şehirli halk nüfusun %20'si bile değildi. En büyük şehir Tahran'ın nüfusu 200 bin civarındaydı.

Meşrutiyet

Merkezi otoriteden yoksun İran'da meşrutiyet devrimi çok kolay gerçekleşmiş, fakat sonunda büyük çalkantıları beraberinde getirmiştir. 19. yüzyılda Batı ile olan temas modern eğitim aracılığıyla yeni fikirleri ülkeye getirmiş, yeni bir orta sınıf yaratmıştır. Bu sınıf için kullanılan Rusça entelijansiya teriminin İran'daki karşılığı ruşenfikren olmuştur. Hükümdarlık sarayındaki aydınlardan farklı olarak bu insanlar Fransız aydınlanmacılığıyla dünyayı algılayan, insan haklarına, Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük fikirlerine bağlıdırlar.

1800'lü yılların başlarında, modern İngiliz ve Rus ordularına karşı yaşanan askeri yenilgiler Batı nüfusunun ülkede kendini göstermesiyle neticelendi. 1900'lerde artan ithalat ve ihracat İran'ı dünya ekonomisine dahil etme yoluna sokmaya başladı. İran halıları Avrupa ürünleriyle takas edildi. İngiliz ve Rus firmalar bu dönemde İran'da yatırımlar yapmaya başladılar. Bu gelişmeler karşısında beceriksiz Kaçar hanedanlığı büyük bütçe açıkları, bunları kapamak için koyulan vergiler sonucunda ülkeyi iflasa sürüklemişler, kurtuluşu borçlanmada ve imtiyazlar satmada aramışlardır. Bu girişimleri hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştır. Tırmanan enflasyon ve devletin borçları, ardından boykotları, grev ve protestoları getirmiş, sonuçta 5 Ağustos 1906 yılında İran'da genel seçimlerin yapılacağı duyurulmuştur. (Bugün bile 5 Ağustos Meşrutiyet günü olarak kutlanmaktadır.)

Ardından Anayasa hazırlandı ve bir meclis oluşturuldu. 1907 yılında tahta çıkan Muhammed Ali Şah tıpkı II. Abdülhamit gibi parlamenter iradeye boyun eğeceğini ve temel yasalara saygı göstereceğini beyan etmişti. Fakat bu durum kısa sürdü, şah durumunu iyileştirdi. Liberallerin geniş kapsamlı laik reformları halktan tepki toplarken, meclisin vergi reformları yapmaya kalkışması itirazlara neden oldu. 1907 İngiliz-Rus anlaşması da İran'ı zora sokmuştu. Ardından 1908 yılında şah bütün gazeteleri yasaklamaya, mebusları tutuklamaya kadar ileri gidecek yaptırımlara cüret edebildi. Paralı Kazak askerlerine meclisi bombalamaları emrini verdi ve bir iç savaş baladı. İkinci meclis ancak 1910 yılında toplanabildi, fakat o da büyük bir hüsranla karşılaştı. Eski rejimin açmazlarıyla o da karşı karşıya geldi, ülkeyi idare edecek araçlardan yoksundu, merkezi bir mekanizması yoktu. Gerçek anlamda bir devlet yapılanması bulunmuyordu. Britanya temsilciliği tek çözümün devletin vergi gelirlerini arttırmak olduğunu söylerken, bunun için çevre aşiretlerden vergi tahsilatı yapacak güçlü bir jandarma kuvvetine ihtiyaç vardı. Bu orduyu bakmanın maliyeti de çok yüksekti, açmazlar iç içe geçmişti 

1914-1918 I. Dünya savaşı sırasında yabancı işgali iyice yoğunlaştı. Azerbaycan'ı işgal eden Ruslar, Kürtleri silahlandıran Osmanlılar, Arap ayaklanmalarını kışkırtan Almanlar ve Hindistan yolunda güvenliğini sağlamaya çalışan İngilizler vardı. Bu dönemde iki milyon kadar İranlı savaş, salgın hastalıklar ve açlık nedeniyle can verdi, eşkıyalık baş gösterdi. Savaş sonunda Almanların yenilmesi ve Rusya'daki devrim İngilizlere İran'ın tamamına el koymak için büyük bir fırsat verdi. Lord Curzon'un hazırladığı, 1919 İngiliz-İran anlaşması İran'daki bütün imtiyazları İngiltere verirken, İran'ı bir manda devlet haline getiriyordu. Fakat o zaman İran'da tam tersi bir rüzgar esmekteydi. Rusya'da Bolşevikler bütün gizli anlaşmaları yayımlamışlar, İran'da işgal ettikleri bütün topraklardan vazgeçmişler, Çarlık döneminden kalan tüm kredileri, talepleri ve imtiyazları iptal etmişlerdi. İran'da İngilizler lanetlenirken Bolşevikler İslam'ın dostu ilan edilmişti. Sonuç olarak Lord Curzon'un anlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Ancak İngilizler elbette boş durmayacaktı.

Rıza Şah

21 Şubat 1921 günü General Rıza Han bir askeri darbe düzenleyerek yönetimi eline geçirdi, ülkede sıkıyönetim ilan etti ve tekrar düzeni getirdi. Britanya yanlısı olduğunu ve ülkeyi Bolşeviklerden temizleyeceğini taahhüt etti. Ardından devletin inşasına girişti, bu uğurda önünde kimse duramayacaktı. Petrol gelirleri, getirilen vergi düzeni ve I. Dünya savaşı sonucu artan ticaret reformların finansman kaynağını, silahlı kuvvetler de yapıcı gücünü oluşturuyordu. 



Silahlı kuvvetler yeni rejimin ana dayanağıydı ve sürekli büyüyordu. 1925 yılında zorunlu askerlik hizmeti getirilmişti. Ordu büyümüş, modern savaş araçları ve Batılılardan alının uçaklarla donatılmıştı. Dönemin devletçilik akımından etkilenerek birçok tesis açılmış, yollar, demiryolları inşa ettirilmişti. Soyadı zorunlu kılınmış, soyluluk unvanları kaldırılmış, Farsça öğrenimi ülke genelinde yaygınlaşmıştı. Takvim, saat, metrik sistemlerde de değişikliğe gidilmiş, Müslüman ay isimleri Zerdüşti terimlerle değişmişti. Rıza Şah yeni bir kıyafet kanunu da getirmişti. Kadınlarla ilgili konularda (peçesiz dolaşmak gibi) polislere daha esnek olmaları yönünde talimatlar geliyordu. Eğitim sistemindeki reformlar ilköğretimden yükseköğretime kadar bir alanı kapsıyordu. Farsça eğitim birliği, kızların okula gitmesi, ortak müfredat gibi konular ön planda geliştirildi. Ülkede üniversiteler kuruldu, bazıları da yurt dışında eğitim gördü. Devlet din konusuna da el atıp ulemayı kendi belirlemeye başladı. Din adamlarından devlet işine girenlerden sarık ve cüppelerini çıkarmayı, şapka giymeyi zorunlu hale getiriyordu. Farsça yaygınlaştırılırken çeşitli kültür, dernek ve komisyonlar da oluşturuldu. 1934 yılında "Persia" yerine İran adı tercih edildi. Genelgede Persia adının Fars ve Kaçar gerilemesini çağrıştırırken İran ismi eski Aryenlerin görkemini ve doğum yerini çağrıştırdığı söyleniyordu. Tahran şehrinin nüfusu 210 binden 540 bine çıkmıştı. Burada sinemalar, tiyatrolar, modern kafeterya, lokanta ve kitapçılar kurulmuştu. Caddeler artık asfalt kaplıydı, fabrikalar ve meskun mahaller artıyordu.

Yeni devlet İran'da karışık duygularla karşılanmıştı. Rıza Şah ülkede birçok reform gerçekleştirmişti fakat parlamenter sistem ve demokrasiden eser yoktu. Ülkede kalkınma, ulusal bütünlük ve çağdaşlaşma yaşanıyordu fakat baskı, rüşvet, vergi ve güvensizlik havası da hakimdi. Rıza Şah büyük bir diktatördü ve aynı zamanda bu büyüklükte bir servete sahip olmuştu. Ayrıca fötr şapka, kadınların başının açık dolaşmasına teşvik edilmesi, fakültelere kabul edilmesi gibi uygulamalar dini çevrelerden tepki topluyordu. Rejime başlıca sol entelijansiya da muhalefet etmekteydi. Onlara göre şahın hayranlık uyandıracak bir yanı yoktu, bir doğu despotundan başka bir şey değildi. Nihayet Rıza Şah 1941 yılında tahtı bırakmak zorunda kaldı.